Bu Blogda Ara

30 Nis 2010

DÜŞÜNCE YUMAĞI-3

 Fakir Baykurt "Eski Köy Enstitüsü öğrencilerinde cepler büyük olurdu, kitap koymak için" diyor anılarında... 

Cepler eskisinden de "büyük", ancak "ihtiyaçlar" değişti.
 ********
  "İnsan" birbirine ne kadar "yakın", ne kadar "uzak"  ?
Dünyanın en uzak köşesindeki bir kadın ya da çocuğun, insan'ın acısı, kederi,hüznü sizin de canınızı yakıyorsa,içinizi incitiyorsa "uzaklık" azalıyor,yakınlaşıyorsunuz. 
    
Ancak, çevresine zarar veren, inciten, hoyrat, kaba, acımasız insanları gördüğünüzde "mesafe" ne kadar çoğalıyor, uzaklaşıyorsunuz...
********
Çocuklar" için bir "Oyuncak Müzesi" olması ne güzel.  Neden gençlerimiz için de bir "Eğitim Müzesi" olmasın.  

Onlara Köy Enstitülerini anlatmak gerek...
 

29 Nis 2010

ÇOCUK BİLE OLAMAYANLAR...

ÇOCUK BİLE OLAMAYANLAR...

 Nasıl, nerede doğdu,önemli değil...
Ama anası yalnızdı, O doğduğunda
Son çocukta pes etti
Nefesi tükendi O'nun da...
"Çocuk"  bile sayılmadı babası'nca
Kız doğduğu için...
Ev'in kadın'ı oldu
Çocukluğunu yaşayamadan...
Barbi bebekleri olmadı hiç
Ya da süslü takıları,güzel elbiseleri
Oyuncak ayısı bile olmadı...
Uykuda rahattı sadece
Düş görmek güzeldi "düşler ülkesinde"...
Tam "büyüdüm" derken
Oysa henüz "çocukken"
Dünya küçüldü birden
Dünyası karardı
Uykuları "çalındı" önce
Düşlerinde "canavarlar" oluştu
Ve bir gün O da
 Anası gibi yalnız
Anası gibi yorgun
Pes etti, "yenildi"...
Makbule Abalı. Nisan-2010


        


 

28 Nis 2010

YARIŞ...

  YARIŞ                                                

Amansız bir koşuydu bu
Bizden öncekilerin başlattığı
Ve sürüp gidecek bizden sonrakilere...
Koştuk...
Yürümeyi öğrendiğimizden öte
Koştuk...
Başarıya, iyiliğe, güzelliğe
Koştuk...
Sevgiye, umuda, dostluğa...
Öyle bir koşuydu ki bu 
Bitişsiz
İpi göğüsleyemeden göçtü nicemiz...

Makbule (Gültekin) Abalı / 1975

METAL YORGUNLUĞU...

        "Metal yorgunluğu" diyorlar. Bazen makineler de yoruluyor,insanlar gibi...  "Yoruldum artık, duy beni" diyor adeta. Cansız deyip geçmemeli,usta onarıcıların elinde yeniden "can" kazanıyor, görevine devam ediyor... 

         Eski, değerli dostlarımız yoluyla tanıdığım, idealist, güleryüzlü, genç bir öğretmenin Hüner'li elleri sayesinde , beni günlerdir yoran, üzen, komutlarımı dinlemeyen bilgisayarım "iyileşti".  

         Genç öğretmen arkadaşım," yaşlı" bilgisayarımın dilinden anladı, O'nu yoğun bakım odasından çıkarıp yeniden hayata döndürdü... "Dilinden anlamak" bütün mesele...  Sabırla, emek harcayarak, zaman ayırarak sanki "kuşaklar arası bir dayanışma"  sergilendi. Beni yüreklendirdi, yolumu açtı, yönlendirdi, Mehmet Öğretmenim. 

         Gençlere güveniyorum ben. Halk Eğitim Merkezi, Bilgisayar Kursu'na başladığımda bir başka öğretmen (Şerife Öğretmenim) , bilgisi, güler yüzü ve sabrıyla ilk temeli atmıştı.   Teşekkürler iki öğretmenime de: Elinize, yüreğinize sağlık...  
 Daha sizlerden öğreneceğim çok şey var...
     

27 Nis 2010

EĞİTİMDE ÜRÜN KALİTESİ...

İNSANI EĞİTEBİLMEK...

Yüzyıllar öncesinden bir düşünür,"Eğitim"in toplum üzerindeki etkisini
şöyle dile getiriyor:
"Bir yıl sonrası ise düşündüğün,tohum ek,
Ağaç dik, on yıl sonrası ise tasarladığın,
Ama düşünüyorsan yüz yıl sonrasını,
Halkı eğit o zaman.
Bir kez tohum ekersen, bir kez ürün alırsın.
Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün alırsın,
Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen toplumu..."
"İnsan eğitimi", gerçekten önemli bir uğraş.
Çocukların “iyi örneklere” ihtiyacı var.
Gelecek kuşakları kaybetmemek adına , bu konuda hepimiz sorumluyuz.
Anne,baba, öğretmen,sanatçı, politikacı...
Herkes kendine düşeni yapmalı, çaba harcamalı...
Bugün "çocuklar" yetkili koltuklara oturtuldular,
"yetkili" olarak konuşturuldular;
Bakanlar Kurulunda 23 Nisan Başbakanı tatlı bir çocuktu,Elgin.
Ve Elgin Başbakan'a sordu: "Konuşmama başlayayım mı?"
Başbakan'ın cevabı şöyle oldu :"Yetki senin, asarsın, kesersin..."
Umarım "çocuklar", "başbakanların” yetkilerini yanlış anlamadılar.
Onca "çocuk" arasında "şaka" gibi geldi bana...
Elgin'in bir de ilginç isteği vardı;
"Meclis'teki milletvekillerinin kavga etmesinden hiç hoşlanmıyorum,
Onları sükunete davet ediyorum."
Bir tarafta kavga eden "büyükler", diğer tarafta onları (eski deyişle)
sükunete davet eden bir "çocuk"...
Dünya tersine dönmüş, roller nasıl da değişmiş...
Şimdiden yüz yıl sonrasının ürünlerini düşünemiyoruz ama,
hiç olmazsa "çocuklar" adına ,10-15 yıl sonrasını "sağlama alalım"...

DÜŞÜNÜRKEN...

Yaşadığımız sürece düşünmekten vazgeçmeyeceğiz elbette;
"Emekli" olunca bir süre "sessiz" düşünmeye başlıyorsunuz,"iç sesleriniz"le. "Düşünceyi ifade etme"nin pek çok yolu var: Sözle, yazıyla,beden diliyle,jestlerle,mimiklerle, tebessümle,sessiz gözyaşlarıyla, sanatla...
"İfade biçimi" de önemli tabii;Sessiz,nezaketle, bağırarak, haykırarak,şiddetle,aşağılayarak, yok sayarak...
"Seçiminiz", kişiliğinizle, deneyimlerinizle,yaşantınızla, çevrenizle ilgili..."Etkinlik derecesi de belki ortama, kişiye, topluma göre değişiyor.
Bir blog oluşturmak da, yıllar sonra farklı bir "ifade biçimi" oldu benim için.Sanırım "eğitim" üstüne yazmaktan vazgeçemiyeceğim.
Her şey "İNSAN"A, insani değerlere, insanı etkileyen etkenlere bağlı...

DÜŞÜNCELER YUMAĞI... -YANLIŞLARIMIZ.

Eskiden "Sivil Toplum Kuruluşları" vardı. Vatandaş'ın "sessiz" düşünüp anlatamadığı düşüncelerin dile getirilmesine yardımcı olurlardı. Çocukların "bayram haftası"nda onlarla ilgili acılara(ölümler,tecavüzler,şiddet olayları)kimse tepki göstermiyor. Yoksa tatilde miyiz?"Üç Maymunlar"ı oynuyoruz;Görmüyoruz, duymuyoruz,konuşmuyoruz...
********
Bugünlerde televizyon kanalları, günün en çok izlenen saatinde,haberlerde
"Meclis görüşmeleri"ni veriyor: Çocukların henüz uyumadığı saatlerde ekranda,"13 yaş üstü","şiddet içerir","korku filmi gibidir" ifadelerini kullanmadan...
Çocuklar'a yazık... RTÜK'e duyurulur...
********
"Yumruklarımız" konuştuğu sürece " Beynimiz" nasır bağlayacak...
********
"Kirlenmek güzeldir" dendi reklamlarda; Hızla "kirleniyoruz".
********
Biz eskiden "acıyı paylaşan" bir toplumduk, şimdi "acı veren" bir toplum olduk.
********
Öylesine hızla gelişiyor ki her şey,"yorulduk", kendimizi "ağır çekim"e aldık...
********

SUÇUMUZ İNSAN OLMAK

Ünlü yazar Oktay Akbal'ın ödül alan bir kitabı vardı;"Önce Ekmekler Bozuldu".
Ne olur gelecekte, "Önce ruh sağlığımız bozuldu" demeyelim...
Sözlü veya fiziksel şiddet, saldırı,kabalık, zorbalık, "içimizdeki canavar"ın ayaklanması değilmidir...
Kendisiyle bile "barışık" olmayan insanlar yetiştikçe" toplumsal kardeşlik", "toplumsal uyum" nasıl sağlanacak?
Çocukların bu kadar "hasar" gördüğü bir ülkede; Yüreğinde insan sevgisi, idealist,çalışkan, ruh ve akıl sağlığı yerinde, okul öncesi öğretmenlere, psikologlara, pedagoglara, sosyal hizmet uzmanlarına, gerçek eğitimcilere nasıl da ihtiyaç var...
Her şey "arz ve talep" üzerine belirleniyorsa, "toplumsal ruh sağlığımız" açısından gençlerin üniversite tercihlerinde bu bölümler tavan yapmalı...

DÜŞÜNCE YUMAĞI- "KEŞKE"ler

Keşke büyük veya küçük her olayda "bilge kişiler", akıl yoluyla, sağduyuyla, empatiyle, sağlıklı çözümler üreterek diğer insanları da etkileseler, eğitseler...
Keşke her türlü olumsuz olayda sadece "şehirler"i suçlamak yerine; "önyargılarımız"dan kurtulup olayların kökenine, nedenlerine inebilsek, tekrarlanmaması için nasıl önlem alabileceğimizi,neler yapabileceğimizi düşünebilsek...
Keşke üst düzeydeki devlet adamlarının çevresinde "güvenlik" adına "korumalar" değil de,"eğitimci danışmanlar" çoğalabilse...
Keşke Meclis koltukları, uyarıcı renk "kırmızı" yerine sakinleştirici, rahatlatıcı "mavi, cam yeşili"olsaydı. Milletvekillerimiz daha az öfkelenip, kavgasız, gürültüsüz,küfürsüz,daha sakin oturumlar izleyebilseydik...
Keşke Meclisteki Milletvekillerimiz, Oktay Akbal'ın bir kitap adını hatırlayıp düşünseler:
"Gençler Bize Bakıyor..."
Toplumca yorulduk.Keşke biraz soluklanabilsek de "günlük" çözümler değil,uzun zamanlı "gerçek" çözümler üretebilsek...

25 Nis 2010

İÇİMİZDEKİ VOLKAN

Bazı çocuklar "bayram"ı kutlarken, bazı çocuklar ağladılar bir yerlerde sessiz sessiz…

Ve çoğumuz duyamadık ‘onlar’ı, görmedik, fark etmedik. Bayram öncesinde, bayram sırasında gazetelerde çocuklarla ilgili pek çok dram sergilendi. 

Bu tür olaylarda hepimiz "suçluyuz", nerede, nasıl hata yaptık diye düşünmeliyiz... Bir kentte, 38 yaşında bir anaokulu öğretmeni,"sözünü kestiği gerekçesiyle"sınıfındaki çocuğu, yere yüzüstü yatırarak "ayaklarıyla tekmelemiş". Diğer çocuklara da "öğretmeninizin sözünü keserseniz siz de paspas olursunuz" demiş. 

"Çocuk" deneyimsiz, çocuk henüz küçücük,"öğretmen" sevgisiz,acımasız... Değerler altüst, idealler tepetaklak, şiddet, korku,ceza, kavramlar karmakarışık: "Nasıl suskun bir toplum haline gelinir" konulu çalışmanın "ilk ders"i böyle olmalı... 

Çocukları susturursak, geleceğe "zorba" yetiştiriyoruz demektir. Başka bir haber: Bir kentte çeşitli konumdaki onlarca kişi tarafından tecavüze uğrayan ve "görmezden gelinen" 7 "çocuk" öyküsü... 

Biz nasıl böyle sevgisiz bir toplum haline geldik, şiddeti, saldırganlığı nasıl benimsedik? Öfkemiz nasıl "patlamalar"a dönüştü, içimizde nasıl "volkanlar" oluştu ? 

"Yanardağ külleri" üstümüze dökülüyor, "kirleniyoruz", "yanıyoruz".

"KİRLENME"

                        KİRLENME...


 Çocuklar çöp topladıkça çöplüklerden
  Dünya daha çok, daha çok kirleniyor.
"Ozon tabakası delinmiş" diyorlar,
 Bilim çaresini bulur elbet
 "Çocuksu yürekler" delinmesin de,
 Onarılması, "yüzyıllar" sürer...
                             
                         Makbule Abalı-2010 
 
 
 

   

                        
                     

 
 

23 Nis 2010

ÇOCUKLAR UMUDUMUZ...


BİR GÜNLÜĞÜNE BÜYÜK OLMAK...

Her 23 Nisan'da
Çocukları oturtuyoruz büyüklerin yerine;
Sadece birkaç saatliğine...
Çocuklar oturuyor yüce makamlara,
Koltuklar kocaman, çocuklar ufacık
Mikrofonlar ulaşılmaz...
Çocuklar konuşuyor;
Su gibi temiz, su gibi duru, su gibi berrak
Çocuklar konuşuyor,
İçten, katkısız, çıkarsız, kavgasız..
Çocuklar konuşuyor,
Barıştan,kardeşlikten, paylaşımdan yana...
Düşündüğümüz gibi,düşlediğimiz gibi,
Hep istediğimiz gibi...
..............................
Dünya ne zaman çocukların olacak ?
Bu çocuklar ne zaman büyüyecek ?

23.Nisan.2010.
Makbule Abalı.




22 Nis 2010

UMUDUMUZ ÇOCUKLAR...


Keşke çocukların dünyasına girebilsek zaman zaman;
Onların izniyle kapılarını biraz aralasak, su gibi aksak içlerine...
Ruhumuz dinlenir, yüreğimiz aydınlanırdı.
"Evcilik oyunları"nda kim suçlu, kim güçlü bilsek,
Tüm yönleriyle tanısak sevinçlerini,coşkularını,
korkularını, öfkelerini,acılarını...
Sözcüklerini, tepkilerini yorumlasak.
Maskesiz yüzlerindeki her mimik,
ya da gözlerindeki her anlamlı bakışla
onların iç dünyasına bir ayna tutsak...
Davranışlarına, oyunlarına, düşlerine küçük gözlemlerle
onları ve gelecek kuşakları az çok bilebilirdik...
Çocukları anlamaya çalışırsak birbirimizi de daha iyi anlayacağız...

21 Nis 2010

"KÜÇÜK ADAM"

"Çocuk insanın babasıdır ."
"Çocuk gelecek günlerin müjdecisidir"
Çocuklar... çocuklar...
Nisan'ın 23' üydü günlerden
Aydınlık, pırıl pırıl...
Bayram günü, bahar günü
Cıvıl cıvıl...
Bir çocuk geçti önümden,
Yürüdü ağır ağır...
10 yaşında olmalıydı
Nüfus cüzdanında.
Okul çağında çocuktu,
Mahalle muhtarının defterinde.
Yürüdü ağır ağır...
Ve döndü,
Yüzünü gördüm ansızın...
Sırtında küfesi, elinde ipi
Ezik, başı önünde,
Çökük omuzlarıyla
"Bir küçük adam"dı geçen
Bayraklı, balonlu sokaklardan...
Makbule (Gültekin) Abalı
23.04.1973.

BULUŞMA...

Şiir, duyguların bir anlatımı değil midir?
Kendimizi anlatmanın bir başka yolu,ruhsal, düşünsel bir yolculuk...
Eski günlükleri karıştırırken, "Saklı Bahçe"ye küçük geziler yaparken
bir şeyi farkettim ; Yaşam felsefeme uygun deyişleri, özdeyişleri,şiirleri,okuduğum, benimsediğim kitaplarla ilgili görüşlerimi de uzun uzun yazmışım.
Blogda "herkes"in paylaşımına açık fikirlerimi orada sadece "kendim"le paylaşmışım...
Yıllar önceki beğenilerimin çok da değişmemesi sevindirdi beni:
Salt "geçmişe bağlılık" ya da "tutuculuk" değil, belki "tutarlılık"dı hoşuma giden...
Amatörce şiir denemeleri de yapmışım,beğenmeyip silmiş, yeniden yazmışım.
Ama hepsi günlüğümde kalmış...Şimdi yeniden uyandırıyorum onları...
(Yeni bloğumda"Bir blog öyküsü (3) yazımı yazarken kumandayı yanlış yönlendirince yazımın ikiye bölünerek yayınlanışına nasıl üzüldüğümü hatırladım birden.)
Zaman zaman "eski günlüğüm"le buluşturacağım "yeni blogum"u:
"Eski dostum"u unutmamak, "yeni dostum"u da gücendirmemek istiyorum...
İlk "buluşma" bugün... O günkü duyguların anlatımı...
Ne yazık, günümüz Türkiyesi"nde "Küçük Adamlar"ın sayısını hala azaltamadık.

ŞİİRLE YAŞAMAK

"Şiir hayatımızdan hiç eksilmesin" diye düşünenlerdenim.
Hele bazı şiirler var ki güncelliklerini hiç yitirmiyorlar.
Ne zaman okusanız aynı hazzı alıyorsunuz.
Onları öylesine benimseyip seviyorsunuz ki her okuyuşta
sanki ilk kez okur gibi yeniden duygulanıyorsunuz.
Yaşamınızdaki yeri hiç değişmiyor, gündemden düşmüyor.
Uzun zamandır görmediğiniz, haber alamadığınız bir dostla
yeniden buluştuğunuzda kaldığınız yerden devam etmek gibi...
Cahit Sıtkı Tarancı'nın"MEMLEKET İSTERİM" adlı şiiri,
benim için böyle bir şiir....

Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun.
Cahit Sıtkı Tarancı.


20 Nis 2010

SAKLI BAHÇE


Eski bir bahçeye girdim dün gece;
Bakımsız, saramış, tarumar,el değmemiş yıllardır...
Kah hüzünlendim, kah gülümsedim, duygulandım.
Her şey sararmış, yapraklar dağılmış, ama
anlamını yitirmemiş...
Neler barındırmış içinde, kimseler görmemiş...
Göçmen kuşlar gibi yuvaya döndüm,
eski günlüklerimi karıştırdım dün gece.
Eski bir dosta vefa borcu öder gibi,
onu unuttuğumu sanmasın istedim...
Zaman tünelinde uzun bir yolculuk yaptım,
hız limitini aşmadan sindire sindire dolaştım.
"Kendimle yüzyüze", "kimseyi dürtmeden",
"özel duvarıma" bir zamanlar yazdığım "paylaşımları"
yeniden gözden geçirdim...
Behçet Necatigil'in dizelerindeki gibi;
"çekingen, tutuk, saygılı"
"gizli bahçemde açan çiçekleri" derledim...

19 Nis 2010

BİR BLOG ÖYKÜSÜ (3) "kanat çırpışlar"

Bir blogda yazma fikri, önce çok cazip geldi bana. Düşüncelerimi yazıyla ifade etmeyi seviyorum. Ama bilgisayarda yazmak bambaşka bir şey. Kendimi hala emekleme döneminde hissediyorum. 

Bir blog oluşturmak:yeni bir ülkeye, yeni bir kente taşınmış da henüz gereken uyumu sağlayamamış birey gibiyim. Eşyalar orta yerde, odalar belirlenip yerleşim yapılacak, her şey bir düzene kavuşacak. 

Hep düzenli olmaya alışmış ben, şimdi kendimi ne kadar dağınık ve düzensiz hissediyorum... Henüz kimselere haber veremedim. Konuklarını karşılamaya hazır olmayan ev sahibi gibiyim. Baharla birlikte kış uykusundan uyanmaya karar verdim. Bir sayfayı oluşturunca, okumayı söküp de "kurdele" takılmış çocuklar gibi seviniyorum. 


Henüz zaten kurdelem de takılmadı. Oysa bu durumun çocukları nasıl da rahatsız ettiğini bilenlerdenim. Ben kendimle yarışıyorum. Bu konuda öyle acemiyim ki,yazarken ekranda sık sık uzun külahıyla yardımcı robot beliriyor, sonra şapkasını alıp gidiyor. 

Güvendiğim dostların üye oldukları blogları izleyerek deneyim kazanmaya çalışıyorum.İmreniyorum doğrusu...  Yıllardır okumayı ve yazmayı bir tutku olarak benimsemiş, ama bilgisayara alışamamış biri için bu iş adeta yeniden yürümeyi öğrenmek gibi... Kendimi çok yetersiz ve cahil hissediyorum. 

Kağıt üzerinde kalemle yazarken düşünceler adeta zihnimde dans ederken parmaklarım beynimin işleyiş hızına yetişemezken şimdi fikir karmaşasına düşmekten endişe ediyorum. 

Günbegün sürat kazansam da parmaklarım acıyor, gözlerim yanıyor. Sınama yanılma yoluyla yeniden yazmayı öğreniyorum, çabalıyorum.
"Kuşlar kanat çırpmaya" devam etmeli...

17 Nis 2010

SUÇLU ŞARKILAR

Gazete haberleri bazen düşündürüyor, bazen şaşırtıyor, bazen de güldürüyor.
Ama farklı bir gülümseme bu: içinde merak, endişe, şaşkınlık, kaygı barındıran bir başka gülümseme...
"Bazı şarkılar içindeki sözcükler nedeniyle TRT denetimine takılmış."
Aralarında yıllardır beğeni ile dinlediklerimiz var.
Her dönemde liste başı olanlar var.
Her yerde çalınıp söylenenler var.
Bu şarkılardan özellikle iki tanesine çok şaşırdım:
En çok sevdiğim şarkılardan ikisi;"Bir bahar akşamı", "İkinci bahar".
Ve bir başkası,"Ada sahillerinde bekliyorum".
Haberi okuyunca gülümsedim ağlanacak halimize...
Çok sevdiğim bir başka şarkı takıldı dilime.
"Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç."

GÜN BİTMEDEN...

Özgürlüğümüz başkalarının özgürlüğüyle sınırlı değil midir?
Başkalarının sınırlarını zorlamadan kendi sınırlarımızı çizebilir miyiz?
Çitler ya da parmaklıklar ne kadar korunaklıdır?
Sanal dünyada her şey parmağımızın ucunda.
İnternet sınırsız bir kudretle donatıyor insanı.
Olağanüstü bir güç, olağanüstü bir alan genişliği.
Alanınızın sınırları mantığınızla kontrole alınabilir ancak.
Yarar- zarar terazisinde ölçüyü bulmak sizin elinizde.
Zevkler ve değerler sonsuz;"hizmette kusur yoktur" anlayışıyla işliyor adeta.
Ancak inandığınız, güvendiğiniz, ortak görüş ve düşüncedeki arkadaşlarınızın
yolunu izleyerek yeni bir dünya keşfediyorsunuz.
Zaman kavramınız felce uğramadan saatleri ayarlayabilirseniz güç sizde...
Gerçek dünyadan kopmadan düşler aleminde bilinçli bir geziye çıkabilirseniz
harika bir yolculuk yapıyorsunuz.
İNSAN'la ilgili her şey elinizin altında:düşünceleriniz gelişiyor,
fikirleriniz zenginleşiyor,tek kelimeyle önünüze sayfalar açılıyor.
Dünyanın her yerine saniyelerle ulaşabiliyorsunuz;
Edebiyat,sanat, felsefe,şiir, müzik...her zevke göre nasıl da gruplanmış.
Ama dışarıdaki GÜNEŞ'i de unutmamak lazım.
Tıpkı "insan sıcağı" gibi onun aydınlığına, pırıltısına da ihtiyaç vari
"Bir gün daha bitti" demeden sanal alemden çıkıp GERÇEK dünyayı solumak gerek...
Bilgisayarımıza "kapat" komutunu verip"İNSAN"la gözgöze,yüzyüze gelmek gerek...

BİR BLOG ÖYKÜSÜ(2)

Günlükten blog'a geçmek çok kolay olmadı tabii.
Günlük kişiye özgü,oysa blog...
Blog fikri düşündürüyor önce insanı;
Başlangıçta kendinizle bir iç hesaplaşma yaşıyorsunuz.
Sınırlarımız, kişiye özel alanlarımız var:
Kişiliğimiz,mantığımız ve duygularımızın elverdiği ölçüde birşeyler paylaşılabilir ancak.
BLOG'da yazmak, bir zihinsel
egzersiz olacak eminim.
Emek ve çaba harcayarak yeni bir ürün ortaya koymak gibi,
Kendimize yeni bir dünya yaratmak gibi,
Sınama- yanılma ile yeni kaynaklara ulaşmak gibi,
Kendi iç dünyamıza yeni bir yolculuk gibi...
Amatörce çalışmalar insana heyecan veriyor,
yeni bir ruh kazandırıyor.
Mükemmeliyetçi değilim ancak yaptığı işi iyi yapmak isteyen biri olarak
hata yapmaktan korkuyorum.
"Yanlış yapmaktan değil, yanlışı unutmaktan kork" dese de bilgeler, henüz ürküyorum...

BİR BLOG ÖYKÜSÜ(1)


B ir zamanlar bizim bilgisayarlarımız yoktu ama okunacak çokça kitaplarımız, yazılacak özel
günlüklerimiz vardı. Günlükler kimseyle paylaşılmazdı, kişiye özeldi.
Birileri bizi gözetlemezdi,dinleme cihazları,gizli kameralar yoktu, ya da biz öyle bilirdik.
Birbirimize inanır, güvenirdik, kızar eleştirirdik de.
Şairin dediği gibi "Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" yaşardık.
İçtendik ama yüzgöz olmazdık.
Sınıf başkanı yaramazları tahtaya yazar ama öğretmen gelmeden silerdi,bağışlayıcıydık.
İsimsiz dilekçeler işleme konmazdı.
Öğretmen içimizden birini azarlasa dövse hepimizin canı yanardı.
Onurluyduk, utanınca kızarırdık.
Bakışlarla beğenir, şiirlerle konuşurduk.
Para değil, namus ve şeref önemliydi. İtibar baş tacıydı.
Ama zaman o zaman değil.
Eskisek de yaş alsak da çağın gerisinde kalmamak lazım.
Gençleri anlamak için yaşama ayak uydurmak lazım.
Bilgisayar hızına erişemesek de adımlarımız yavaşlasa da beynimizi tazelemek gerek.
"Bilgisayarda dünya ne kadar yakın, insan ne kadar uzak" diye düşünürken;
Artık bir günlüğüm yok, ama benim de bir bloğum var...

12 Nis 2010

MUHTEŞEM bir GÜN (!)...

Sabah haberlerini izlerken kanallar arasında geçiş yapıyoruz: TRT2 Haber kanalında
saat 08,00 dolaylarında bir kadın bir erkek iki sunucunun yorumu dikkatimi çekti.
Erkek sunucu "Üniversite sınavına 1.5 milyon kişi katılmış, MUHTEŞEM" dedi.
Birden irkildim,sağlıklı düşünen herkesin bu sayıdan ürkmesi lazım diye düşünüyorum.
Nicelikle nitelik nasıl da birbirine karışıyor;
Diploma sahibi onca işsizimiz varken,
Eleman alımıyla ilgili sınavlar stadyumlarda yapılırken,
Sanırım sayısı 100 civarında üniversitemize 7 tane daha eklenirken,
Gençlerde gelecek kaygısı, iş bulamama endişesi bu denli büyümüşken,
İşletmelerde özellikle nitelikli ara eleman sıkıntısı yaşanırken,
Esnaf ve sanatkarlar odaları eski usta öğreticilerin yerine artık çırak yetiştiremezken,
Sınavlarla bunaltılmış, ancak seçeneklerle düşünebilen,okumayan,yaratıcılıktan uzak,
sosyal etkinliklere zaman ayıramayan gençler hızla çoğalırken,
Üstelik üniversite sonrası sınavlarda ilk dereceleri paylaşanların birçoğu sözlü
görüşmelerde elenirken, bu konuda davalar açılırken,
Sınavlara rekor düzeyde kişi de katılsa bunun neresi MUHTEŞEM?
Kelimenin tam anlamıyla FACİA.
Gençler tabii ki okuyacaklar, kendilerini geliştirecekler.
Ama keşke sınav sonrasını da planlayabilsek,ülke koşullarını dikkate alarak
adama göre değil, işe göre adam yerleştirebilsek...
O zaman bu ülkede ADAM gibi ADAMLAR da çoğalmaz mı?

11 Nis 2010

ARINMA -AYDINLANMA

Güneyde narenciye çiçeklerinin kokusuyla başlayan BAHAR ,nisan yağmurlarıyla sürüyor.
Yavaş yavaş, sindire sindire yağarken tozu, kiri de silip süpürüyor, temizliyor.
Kış yağmuru gibi değil nisan yağmurları:korkutmuyor, ürkütmüyor.
Yağmurun ardından güneş çıkıveriyor ansızın, içiniz aydınlanıyor, ısınıyorsunuz.
SU her zaman temizlik, saflık, duruluk değil midir zaten...
Bahar yağmurları ruhunuza da iyi geliyor:detoks gibi adeta.
Arınıp temizleniyor, yeni duygular yükleniyorsunuz...
Keşke bahar yağmurları doğayı,doğamızı değiştirirken tüm olumsuzlukları da değiştirebilse.
Toplumsal yozlaşma,yitirilmiş değerler,sevgisizlik, saldırganlık, yalan,öfke, kabalık...
Hangi sularla nasıl ne kadar temizlenebilirlerdi acaba?

9 Nis 2010

SOLUKLANMAK- YARALARI SARMAK...

Yaşam kesintiye uğruyor bazen;sıkıntılar yaşıyor,yara alıyor, bocalıyorsunuz.
Savaşmak veya pes etmek kişiye bağlı. Her düşüş yeni bir toparlanmayı gerekli kılıyor.
KENDİNİZ VEYA YAKINLARINIZ için her hastalık yeni bir pencere açıyor ufkunuzda.
Bazen buğulu bir camın ardından,bazen sisli bir aralıktan yeniden bakıyorsunuz.
Kendinize,yakınlarınıza,çevrenize... Her şeyi yeniden sorguluyor yeniden yeniden
değerlendiriyorsunuz.
Kuru dalların yeniden filizlenmesi gibi yeni düşünceler geliştiriyorsunuz...
Kasırganın ardından her şeyi yeniden onarmak gibi,yeniden soluk almak,
yeniden oksijen depolamak gibi,yeniden yön bulmak gibi...
Nedeni ne olursa olsun her tökezleme yeni bir duruş kazandırıyor.
Her kayıp bir bakıma kazanca dönüşüyor,yeni bir farkındalık getiriyor.
Akıl- beden-ruh sağlığının ne denli önemli olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.
Yeter ki BEYİN ve YÜREK zedelenmesin,SEVGİ ve UMUT tükenmesin içimizde...

8 Nis 2010

SAVAŞ VE BARIŞ

savaş ve barış...Tolstoyun ünlü romanının adı,iki karşı sözcük, iki zıt kelime.
Dünyanın her yerindebu iki kelime anlam yüklüyor her şeye:
Toprak savaşı,iktidar savaşı,güç savaşı,bilgi savaşı,namus savaşı...Öyle çok ki...
Hastalıklar da bir çeşit savaş değil mi? Vücudumuzun var olma savaşı.
Yaşamı sürdürme mücadelesi; bazen mikroplarla, bazen stresle, bazen dış etkenlerle ,
hatta bazen kendi içinde değişen farklı hücrelerle...
Kendimizle barışık olduğumuz sürece hastalıklarla, mikroplarla da daha kolay savaşıyoruz.
Savaşlar bazen kaçınılmaz belki ama , umutla güçleniyoruz, direniyoruz...
İçimizdeki barış hiç tükenmesin...