Bu Blogda Ara

22 Tem 2010

YAYLA ÖZLEMİ...

Sıcak yörelerin serin yaylaları vardır, cankurtaran gibi: Kentlerin gürültüsünden, kalabalığından, trafik karmaşasından, egzoz dumanından,yapaylığından kaçmak istediğinizde, köyler, yaylalar, uzak beldeler sığınacak bir liman gibidir bazen. O serin yaylalarda sıcak, dost insanlar yaşar çoğu kez; konuşmalarını düşünce süzgecinden geçirmeye çok gerek duymadan,dobra dobra içinden geldiği gibi konuşan, her an yardıma hazır insanlar... 

  Doğal ürünlerle beslendiklerinden olsa gerek,bağışıklık sistemleri güçlü, uzun ömürlü, sağlıklı olur yayla insanları. Taze pişmiş katkısız ekmek kokusunu ta uzaklardan alıp yaklaştığınızda, o güzelim ekmeğini hemen paylaşmaya hazırdır. Köy bazlaması, tarhana çorbası, bulgur aşı, topalak çorbası, mis kokulu naneyle taze semizotu salatası, gün ağarırken toplanmış kabak çiçeği dolması yöre insanlarının elinde eşsiz tadımlıklara dönüşebilir. 
  
  "En güzel sunum, tatlı dil, güler yüzle yapılandır" diyenlerdenseniz, mutlu olmak çok kolaydır küçük yörelerde; belki bir küçük demet dağ çiçeği, damak zevkinizle birlikte göz zevkinizin tamamlayıcısı olacaktır sofranızda. Yaz günü sıcak çorba içmek ya da henüz sağılmış sütü yudumlamak sizin seçiminize kalmıştır.

  Dağlardaki kekik kokusu kimi insana en pahalı, gözde parfümlerden daha çekici gelebilir, hiçbir ödeme yapmadan toplama hakkınızı kullanabilirsiniz. Üreticiden tüketiciye uzanan uzun yolda zorlanmadan, taze sebze-meyve alabilir, hatta dalından koparıp yiyebilirsiniz. 

  Kentlerde belki de hayatında hiç at, eşek, keçi, inek görmemiş "apartman çocukları" için doğal bir hayvanlar çiftliği-bahçesi değil- gibidir köyler,yaylalar. Bilgisayar oyunlarında "yıldız savaşlarıyla" zaman geçiren çocuk ve gençlere, doğanın gerçek "yıldızlar gösterisini" izletmek ne güzel olur yaylalarda; gökyüzü ışıl ışıldır, bir yıldız kayar bazen, sizi düşler ülkesine yolculuğa çıkarır... 

  Ancak yayla insanlarıyla yaylacıları ayırdetmek gerek: Yaylacılar, mevsimlik yayla güzelliklerini tadarken, yayla insanları asıl yükü yazın çekenlerdir; biri geçicidir, diğeri kalıcı, birinin dinlenme zamanında diğeri çalışmak zorundadır, yayla insanlarının tatil zamanı kış aylarıdır. İkisi de birbirine özenir belki; zaten yaylacıların çoğu da o yörelerle bağlantısı olan insanlardır, doğayla mücadelenin zorluklarını bilirler, belki zamanında aynı yükü onlar da sırtlamış, aynı yörelerde hayvan otlatmışlardır çoğu kez...

  Yayla insanları için yaz mevsimi en yoğun çalışma dönemidir: Güneş doğmadan "koşturmaca" başlar, bahçe sulanacak, ürün toplanacak, süt sağılacak, hayvanlar otlatılacaktır. 80-90 yaşında ama "yaşsız" insanları bir elinde baston yerine kullandığı destekle, diğer elinde azığı, hızlı hızlı yürürken görürseniz şaşırmamalısınız. Spor amaçlı değil, yaşamı sürdürebilmek içindir "koşusu", tıpkı karıncalar gibi koşturmazsa kışlık ürün bulamamaktır endişesi... 

  Yayla satıcıları vardır, eski arabalarıyla, tıklım dolu küçük kamyonetleriyle her yere ulaşabilir, bazen kumaş, bazen mutfak eşyası satarlar yöre insanlarına. Haftada bir gün pazar kurulur, ne ararsanız bulunur, iğne oyasından tencereye kadar... Doğanın içinde oldukları için midir acaba, yazmalar, giysiler hep renkli ve çiçeklidir, yayla yöresinde kadınlarda siyah ya da gri rengi pek göremezsiniz.

  Onlar'ı en doğal halleriyle gözlemek-görünmez adam gibi- insana çok şey kazandırır; ince dokundurmalarla kelime oyunları, şiir diliyle atışmaları, olayları anlatırken jest ve mimikleri, nice öyküye konu olacak kadar zengindir.Anadolu insanının dili öz ve yalındır, gülmece anlayışı kendine özgüdür.

  Ancak insan yapısı karmaşık, özendiğimiz şeyler "özenti"ye dönüşebilir bazen. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, insanlar sahip oldukları değerlerin, yaşadıkları güzelliklerin farkında olmayabilirler de... Geleneklere göre sürdürülen köy düğünlerinin, kına gecelerinin yerini farklı etkinlikler alabilir, kır kahvelerinin yerine yabancı sözcüklerle adlandırılmış yerler oluşabilir. Özenle dokunmuş, göz nuru-el emeğiyle işlenmiş dokumalar, sentetik örtülerle ya da makine halılarıyla yer değiştirebilir. Uzak yörelere kadar ulaşabilen toplayıcılar, eski havanlarla, bakır kazanları, gaz lambalarını, tokmakları alıp,plastik ya da alüminyum eşyalarla "değiş-tokuş" yapmış olabilirler.

  Kırsal kesimde olduğu gibi dağlık yörelerde de ekonomi zorlar insanları; doğa elvermişse, toprak, iklim koşulları uygunsa, dolu, yağmur zarar vermemişse bile yetiştirilen ürünlerde kâr payı çok düşüktür. Yerinde yok pahasına satılan ürünler, kent pazarlarında bile 4-5 katına satılır. Kooperatifler pek yaygınlaşmadığı için, ilaç, gübre, sulama parası ya ucu ucuna gelir, ya da hiç kurtarmaz.

  Tüm dünyada "doğala dönüş" çabaları, acaba gelecekte köyden-kente göçüş olayını tersine çevirebilir mi? Veya kentlerde, kent insanlarında özüne dönüş, yapay olmayanı seçiş konusunda yönlendirme nasıl, ne zaman, kimlerle sağlanabilir...?

  Küreselleşen, ama giderek ısınan, makineleşen dünyada "insan" özlemi nasıl hiç bitmezse, güney insanlarında da kavurucu yaz sıcaklarında "yayla" özlemi sürer gider yıllar boyu... 

12 Tem 2010

GÜÇLÜ OLMAK...

   GÜÇLÜ OLMAK...

   Güçlü olmak isterdi,
   Herkül gibi...
   Nasıl isterdi bilseniz;
   Tüm kötülükleri kovup,
   Yerine güzellikler taşımayı...
   Çalıştı, çabaladı;
   Öyle çok istedi ki,
   Herkül koydular adını...
   ..........
   Olmadı, başaramadı;
   Dağları aşsa da,
   Engeller aşılamadı.
   Nefesi kesildi bir gün,
   Gücü yetmedi Herkül'ün...
   ..........
    
                 Makbule Abalı

4 Tem 2010

ZAMANI DEĞERLENDİREBİLMEK...

  İlköğretim dönemlerimizde tatil dönüşü öğretmenlerimizin değişmez bir kompozisyon ödevi olurdu: "Tatili nasıl değerlendirdiniz?" Uzun uzun tatilde neler yaptığımızı anlatırdık, değerlendirmenin tam bilincinde değildik sanırım.
  Çocuklar, gençler ve yetişkinler olarak; günlük çalışmalarımızın, işlerimizin dışında; kendimize, alışkanlıklarımıza, özel ilgilerimize acaba ne kadar zaman ayırabiliyoruz? Boş zamanlar; "boşa giden zaman" olarak mı harcanıyor, "kazanılan" değerler olarak bir iz mi bırakıyor...?
  
  Uluslararası tanıma göre: "Boş zaman etkinliği, kişinin mesleksel, ailesel ve toplumsal ödevlerini yerine getirdikten sonra özgür iradesiyle girişebileceği dinlenme, eğlenme, bilgi veya becerilerini geliştirme, toplum yaşamına gönüllü olarak katılma gibi bir dizi uğraşılardır"

  Boş zamanların değerlendirilmesi bir eğitim ve zaman işi kuşkusuz; yararlı etkinliklerle yeteneklerine, özelliklerine uygun alanlara yönelen kişinin kendisi mutlu olduğu gibi, çevresine de katkı sağlıyor, daha sağlıklı ilişkiler kurabiliyor.

  Örneğin çocuklar için; parklar, yeşillikler içinde oyun alanları, okuma köşeleri, uygun spor çalışmaları, gelişimlerine nasıl da katkı sağlar. Gençleri uygun biçimde, yararlı amaçlara yönlendirdiğimizde nelerin üstesinden gelebileceklerini düşünür, umutlanırım... Keşke her yaşın enerjisini sağlıklı biçimde kanalize edebilsek.

  Bazen gazetelerde sütunlar arasına sıkışmış küçük haberlerle mutlu olurum: Bir köyde idealist bir öğretmenin oluşturduğu tiyatro topluluğu, bir kasabada köy kahvesinde açılmış okuma salonu, kitap bağış kampanyaları, ağaç dikme çabaları, atık parçaları değerlendirerek yeniden kazanma çalışmaları... El birliği, güç birliği ile paylaşımlar, kendimize ve çevremize bir tutam mutluluk sunmak gibi...

  Düşünen, araştıran, sadece sorunlara odaklanmadan çözüm üretebilen, çevresinde olup bitenlere duyarlı bir gençlik için okumak, en büyük ihtiyaçlardan olmalı. Giderek "okumayan bir toplum" oluşumuzun en önemli göstergesi, yarışma programlarındaki sorular; acı acı gülerken içi yanıyor insanın. "En çok satan kitaplar" listesindeki kitaplar arasında edebiyat ödülü alanlar yok denecek kadar az, belli türde resimler ne kadar çok olursa, gazetelerin satışı o kadar yükseliyor, okunmadan izleniyor gazeteler... 

  Çocuklar, gençler "sınav yorgunları" olarak yetişiyor, ders kitabı dışında bir kitap okusa "suçluluk" duygusuna kapılıyor çoğu kez. Yazmak zor ve ağır bir uğraş olarak algılanıyor; mesajlarda, yorumlarda bile sözcükler kısaltılıyor. "Okuma zevkini kazanmayanın öğretimi yarıda kalmış demektir" diyor bir düşünür. Kitapların, şiirlerin, öykülerin dünyasına girmeden başka dünyalarda gezinen ne çok genç var, ne yazık...

  Kimi insanın bedensel özürlü oluşu, düşünmesine üretmesine engel değil, oysa hiçbir engeli olmadığı halde kendini adeta "bitkisel yaşam"a tutsak etmiş öyle çok insan var ki aramızda... "Eğitimde nerede hata yaptık" diye tüm eğitimcilerin bir "özeleştiri" yapması gerekmez mi...?

  Tutkularımızın dozunu ayarlayabilmek ne kadar önemli: Kişi kendince bir "özdenetim" sağlayamıyorsa, öyle çok "tuzak" var ki çevresinde; "seçici" 
olamadığımız sürece "zaman savurganı" olmamız işten bile değil. Bilgisayar ya da televizyon karşısında saatlerce oturmak, dizilerle düşler kurup gerçeklerden uzaklaşmak, beyin ve beden gücünü yanlış amaçlar için kullanmak sonuçta mutsuz etmez mi kişiyi...

  Zaman akıp gidiyor; yeteneklerimiz, imkânlarımız ölçüsünde kendimizi geliştirmek, yarınlara iyi hazırlanabilmek, kendimizi yenilemek... Yaşadığımız günleri iyi değerlendirebilirsek, yarınlarımız da daha güvencede olmayacak mı? Ruh sağlığı yerinde olan insan da, "kendisiyle ve çevresiyle barışık, uyumlu, dengeli insan" olarak tanımlanıyor. 

  Çeşitli kurumlar, yetişkinler, çocuk ve gençler için yeni bir "tatil dönemi" başlarken, belki herkesin bir tatil yapma gücü olmayabilir. Ama "tatil" sadece "boş bir dinlenme" sayılabilir mi; beynimizi, bedenimizi dinlendirmenin öyle çok yolu var ki... Bilgi dağarcığımıza katacağımız yeni şeyler, kendimizde, evimizde, çevremizde gerçekleştireceğimiz küçük değişimler de "bir ruhsal arınma", bir yenilenme sayılmaz mı...?  

  Bizi biz yapan "seçimlerimiz" değil midir: Elimizden geldiğince; kendimiz için, çevremiz için, toplum için, bir şeyler yapıp bir "ürün" ortaya koymak mı, yoksa sadece "izleyerek" zamanın geçişine tanık olmak mı isterdik...? 
  Nice güzel günlere, tatillere...