Bu Blogda Ara

29 Ara 2010

Eskimiş Yıllar...

2010 yılı Aralık ayının da sonuna geldik. Bir yıl daha bitmek üzere." 365 gün nasıl olsa bizim"  diyerek başladığımız ve giderek tükettiğimiz, eskittiğimiz koca bir yıl... İnsan ömrü de öyle değil mi? Günler, aylar, yıllar inanılmaz bir hızla birbirini takip ediyor.

Umutla beklenen her yeni yıl, içinde olumlu-olumsuz pek çok şeyi barındırıyor; hayat gibi, hayatın her aşamasındaki diğer günler-yıllar gibi... Küçük şeylerle de mutlu olabilmeye kendini alıştırmışsa  insan, onca olumsuzluğun, karmaşanın arasında da yaşamı dengeleyebiliyor çoğu kez. Bazen yakınlarınızın mutluluğuna tanık olmak, bazen umut veren bir gazete haberi, yolda-sokakta rastladığınız insanca bir davranış, güzel bir sanat eseri, güzel bir yazı-şiir-oyun... Yaşadığımızın, insan olduğumuzun bilincine varmamızı sağlayan her şey... Bazen kısa süreli, bazen uzun süreli mutluluklar: Beklediğimiz, emek harcadığımız bir işin gerçekleşmesi, bir başarı haberi, dünyayı iyileştirmeye-güzelleştirmeye yönelik çabalar... Hepsi mutluluk gerekçesi olabiliyor.

Bedensel, ruhsal, toplumsal her türlü olumsuzluk yaşam kalitesini düşürüyor, kişinin tahammül gücüne göre sağlığını da tehdit ediyor. Dünyanın neresinde olursa olsun; çocuklara, gençlere, kadınlara, insana yönelik acımasızca davranışlar, adaletsizlik, haksızlık, şiddet insanı rahatsız ediyor, içini acıtıyor. Bildiğimiz-bilmediğimiz, duyduğumuz- duymadığımız, bazen duyup kanıksadığımız ne çok şey oluyor yeryüzünde...  
Yaşanan her saniyede dünyanın farklı yörelerinde ne çok doğum, ne çok ölüm gerçekleşiyor. Aynı kentte düğün evine birkaç yüz metre ilerde bir evde ölüm acısı yaşanabiliyor..Ama bazen, özellikle büyük şehirlerde aynı mahallede,aynı sokakta, hatta aynı apartmandaki insanların bile  sevincini-tasasını paylaşmaktan çekinir hale gelebiliyor insanoğlu. Kimse kimseye karışmamayı tercih ediyor.

Günler, yıllar hayatımızdan akıp giderken; nedenlerle sonuçlar üzerinde nasıl bağlar kurup, kendimizi nasıl değerlendirebiliyoruz? Sadece bu yıl değil, ömür boyu çevremizde olup bitenlere ne kadar duyarlı olabildik, kendi çapımızda neleri gerçekleştirebildik? Gördüğümüz-duyduğumuz-yaşadığımız her türlü olumsuzluk bizi ne ölçüde, ne kadar etkiledi, insana-insanlara ne kadar yakın, ne kadar uzaktık...? Kimlerden neleri ne kadar öğrenebildik, öğrenirken içtenlikle kendimizi eğitebildik mi, ders alabildik mi? Başkalarına zarar vermeksizin kendi alanımızı ne kadar daraltıp ne kadar genişletebildik?
Kaygılarımız, korkularımız sadece kendimiz ve yakınlarımız için miydi; içimizin yanması, gözümüzün yaşarması kimlerle sınırlı kaldı, kimlerin acısını-sıkıntısını paylaşmasak bile hayal edebildik? Kimler veya neler için özveride bulunabildik, sağlıklı ya da sağlıksızken neleri hayal ettik, nelerden vazgeçtik? 

Çeşitli kurumlar, kuruluşlar her yılın bitiminde genel bir değerlendirme yapıp kâr-zarar hesabı çıkarıyorlar. Oysa insanın değerini yıllar belirliyor, yıllar neler kazandırmış ya da kaybettirmiş, yaşam köprüsü hangi değerler etrafında, nasıl şekillenmiş, nasıl bir yol alınmış... hayatın içinden, ilginç, uzun, ömürlük öyküler belki... 
Hayatı anlamlandırmak, yol ve yön belirlemek yaşanılan coğrafyaya, topluma, kültüre, kişiye göre değişiyor elbette. Her kuşak bir öncekinden ne kadar farklı, ne kadar eğitimli, kendini ne kadar geliştirip yenileyebilmiş? 
Birey ya da toplum olarak kendimize sormamız gereken öyle çok soru var ki... Eğitim kurumlarımızda bilgi kazandırmaya çalışırken ne ölçüde eğitebiliyoruz, Çocuklarda hırçınlığın, gençlerde öfkenin nedenlerine ne ölçüde inebildik, cezalarımız ya da ödüllerimiz tutarlı mıydı, öfke kontrolünde ne ölçüde başarılıydık? 


Her yıl eski yıl bitip yeni bir yıl başlarken, değişmez bir biçimde, giden ve gelen yıllar sembolik bir şekilde anlatılır; küçük, sağlıklı bir çocuk yeni yılı simgelerken,  bastonundan güç alan yaşlı-yorgun bir insan giden yılı anlatır.Her yeni yıla umutla, beklentilerle girilir, daha güzel bir dünya hayal edilir. Oysa ne yazık, dünyanın pek çok yerinde çocuk ve gençler henüz olgunlaşamadan yıpranıyor, yeterince anlaşılamadan  haksız davranışlarla karşılaşıyorlar. Yıllar öncesinden ünlü eğitimci John Dewey ne güzel dile getirmiş: "Çocuk itaat etmek kadar, lider olmak için de eğitilmelidir" Kaybedilmiş kuşaklar kayıp yıllara neden oluyor. Keşke çok küçük yaşlardan başlayarak; tahammül göstererek, her ortamda çocuk ve gençlerin sesine-eleştirilerine kulak vererek, önce kendi iç disiplinlerini oluşturmalarını sağlasak... 


Bir yıl daha süresini doldurdu. Ancak eskiyen yalnızca bitmiş bir yıl değil; giderek nesli tükenen kuşlarıyla, balıklarıyla, azalan yeşili ve mavisiyle, bir türlü bitmeyen şiddet olaylarıyla, doğal afetlerle dünyamız da öylesine değişti ve yaşlandı ki... Ama tüketilmiş onca yıla rağmen umut hiç tükenmiyor, dünya yıllara meydan okuyor.
Ünlü şair Orhan Veli bir şiirinde ne güzel sesleniyordu: "Sizin için insan kardeşlerim, her şey sizin için...."









17 Ara 2010

Denge Oluşturabilmek

Çevremizdeki çocukların davranışlarını gözlediğimizde, sözlerine dikkat ettiğimizde; birbirlerine benzer çok yönleri olmasına rağmen her birinin ayrı bir dünya olduğunu hemen fark ediyoruz. Yeterince anlayışlı ve sabırlı davranmazsak o dünyaya girebilmek çok da kolay olmuyor.

Sorularına uygun cevaplar verilmezse, sakin bir çocuk bir anda öfkelenip hırçınlaşabiliyor, davranışlarıyla dünyaya meydan okuyabiliyor. 2 yaşındaysa, çevresindeki her şey onun için merak konusu olabiliyor: Anne babalar iyi bilirler;"Bu ne" sorusu o yılların en güncel sorusu sayılırken 4 yaşına gelen çocuklar her şeyin nedenini bilmek ister, çevresindekilere adeta "sabır testi" uygular.

Uzmanlar 6 yaşına kadar alınan etkilerin çocuk eğitiminde çok önemli bir temel oluşturduğuna dikkat çekiyorlar. Gelecekte sakin, öfkeli, sabırlı, sinirli, yalancı, dürüst, merhametli, hoşgörülü bireyler olabilmek ya da olamamak... Okula başlayınca kuralları öğrenmeye başlayan çocuk, öğretmeninin yaklaşımına göre yeni davranışlar kazanabiliyor elbette. 

Ülkemizde çocuklar; belki evde daha çok anneyle baş başa kaldıkları için, okula başladıklarında genellikle öğretmenlerinin de kadın olmasını bekliyorlar ya da daha çabuk alışıyorlar. Ancak çocuklar okulda veya sokakta arkadaşlarıyla ilk tartışmasında-kavgasında-yenilgisinde öfkeyle sesini yükselterek bağırıyor: "Benim babam senin babanı döver..." Erkek egemen bir toplumda yaşadığımızın en büyük göstergesi belki de, hiçbir çocuk şöyle seslenmiyor: ""Benim annem senin anneni bir güzel pataklar..." Güç göstergesi daima babalar (dolayısıyla erkekler) yenik düşmemek için gereken güç de öncelikle "bedensel güç"...

Kırsal kesimde ya da özellikle yoksul yörelerimizde anneler çocuk eğitiminde yetersiz kaldıkları anlarda güçlerini eşlerinden alıyorlar:"Akşama baban gelsin, sen gününü görürsün..." Aile içinde kardeşler arası sevgi-ilgi paylaşımı adil değilse; otorite yokluğunda çocuk, kendi çözümlerine baş vurarak kardeşini cezalandırabiliyor. Kendini koruma, haksızlığa karşı çıkma, insanın doğasında var.

Öğretmen sınıfta demokratik bir ortam sağlayamamışsa ya da çocuk öyle sanıyorsa, diğer çocuklar gibi olamamanın ezikliğini yaşıyor: Öğretmenin veya sınıfın "gözde" öğrencilerinden biri olamamak, daha çalışkan, daha zeki, daha sevimli, daha uysal, daha akıllı olamamak... anlaşılamamak... anlatamamak... Zamanında yeterli önlem alınmazsa izleri yıllar sonrasına taşınabiliyor. Yıllar önce bir çocuk, bu ezikliği konuşma sırasında şöyle özetlemişti; "Büyümek, çok ama çok büyümek istiyorum... bana tepeden bakan herkesi dövecek kadar büyümek..." Uzmanlar genellikle çocuklarla konuşurken , onun konumunda eğilerek, "göz teması" kurarak konuşmanın yararına değiniyorlar.

İlköğretimden itibaren çocukların okulda tanık oldukları güç gösterileri, dönemlere ve yaşlara göre yıllarca sürüp gidiyor. Büyük sınıfların küçük sınıflara sataşmaları, okuma yarışı, sınavlarda dereceye girme yarışı, en popüler öğrenci sayılma yarışı, lider olabilme yarışı... Bu yarışları, kendini kanıtlama çabalarını uygun biçimde yönlendirebilmek, "ustalık" istiyor elbette. Sınıf içi disiplin; korkuya, sindirmeye, şiddete yönelikse, içten içe bastırılan duygular giderek rahatsız edici olabiliyor, bastırılan sesler zamanla yükseliyor, kuralsız davranışlar artıyor. 

Okullarda disiplin olaylarının üstüne ne denli şiddetle gidilirse çözümsüzlük de o denli artıyor. "Sınırsız özgürlük" değil elbette, ama sınırları belli olmayan haksızlık ve kuralsızlık da umudun giderek tükenmesine yol açıyor, çaresizliği ve güvensizliği artırıyor. Çocuk ve gençlerde haksızlığa uğradığı düşüncesi zamanla, toplumda "otorite" saydığı herkese karşı bir tepki oluşmasına neden olabiliyor, kin ve öfkeye dönüşebiliyor. Duygusal ve toplumsal yaralar insana özgü, yıllar sonrasına farklı boyutlarda taşınabiliyor. 

Gençlik çağı, insanın kendini "güç merkezi" saydığı yaşlar... Anne babasının karşısında olmak pahasına arkadaşlarının görüşleri, fikirleri   değer kazanıyor.  Çevresini, dünyayı değiştirmek istiyor, anlaşılmadığını düşünüyor. Çevresinde uygun rol modelleri bulamazsa, düşüncelerini aktarmada güçlüklerle karşılaşırsa çeşitli sorunlar da yaşayabiliyor. Gençlerin olduğu ortamlarda onları sakince dinleyip anlamaya çalışacak, bir anlamda "denge" oluşturabilecek, öfkesini kontrol edebilen yetişkinlere özellikle ihtiyaç var.  


Bazı alanlarda, bazı mesleklerde  deneyim zamanla  kazanılıyor. Ancak hatalar insanla ilgili ise, kalıcı izleri- ruhsal yaraları çok kolay  silme şansımız yok. Her yaşta- her dönemde; nefretle-öfkeyle değil, anlamaya çalışarak dinleyebilirsek, önce gençleri, sonra birbirimizi daha kolay  tanıyıp yorumlayabileceğiz.





  

9 Ara 2010

Engelleri Aşabilmek...

Hayatın her alanında zaman zaman engel ya da engellemelerle karşılaşabiliyoruz. Kişiye-kişiliğe göre engeller bazen büyük olumsuzluklar yaratırken, bazen de güdüleyici-yönlendirici bir güç haline dönüşebiliyor. Türk Dil Kurumu Sözlüğü "engel" sözcüğünü şöyle tanımlıyor: Bir şeyin gerçekleşmesini önleyen sebep, mâni, mahzur, müşkül,mânia... Engelleme karşılığı ise; "engelleme işi". 

Aslında yaşamın kendisi başlı başına bir "engelli koşu" değil mi zaten? Engeller hayatın her alanında karşımıza farklı bir biçimde çıkabiliyor. Bazen önemli bir ülke sorunu, bazen bir düş kırıklığı, bazen sevdiğimiz bir insanın kaybı, bazen bir hastalık, bazen bir organın yeterince  kullanılamaması önümüze çeşitli engeller çıkarabiliyor. 

Yaşamın amaçları arasında "her şeye rağmen engelleri aşmaya çalışmak" da olmalı. Çevremizdeki yanlışlara engel olabilmek, doğruları savunabilmek, "böyle gelmiş ama böyle gitmemeli" diyebilmek de içimizdeki-kafamızdaki engelleri aşabilmek, yaşama daha sıkı tutunabilmek değil midir...? 

Engelli olmak ya da olmamak... Çok yönlü düşününce "asıl engelliler kimler" sorusunu da sormadan edemiyor insan. Bedensel ya da fiziksel, zihinsel  engelli olsa da, tüm çabasıyla  var olan gücünü kullanarak kapasitesini üst sınırda değerlendirebilmek, yeteneklerini geliştirebilmek, kendini (önce kendine) kanıtlayabilmek... 


Diğer yandan bir engeli olmamasına rağmen hiçbir şey yapmamak, hiçbir şeye karışmamak, denememek, sınamamak, sevgisiz-ilgisiz yaşamak... neden yaşadığının bile bilincinde olmamak, her türlü bireysel-toplumsal olayın dışında yaşamak, yaşama konmuş en büyük engel değil midir? 


3 Aralık günü, tüm dünyada Dünya Engelliler Günü olarak anılıyor. Çok yönlü düşünüp değerlendirilmesi gereken bir konuyu bir güne sığdırmak yeterli olabilir mi? Çevremizde, yanımızda, yakınımızda, uzağımızdaki pek çok engelliyi ne kadar tanıyor, ne kadar anladığımızı sanıyoruz? Onların neleri başarabildiğinin ya da hangi alanlarda nasıl zorluklar yaşadıklarının ne kadar farkındayız? 


Dünyanın renklerini göremeyen ama iç dünyası rengârenk nice insan... sesleri hiç duyamayan, ama iç sesleriyle ahenkli bir bütün oluşturabilenler... bedensel engelini bir şekilde aşıp fark yaratabilenler...sanatta, sporda başarı kazananlar... Kaçından haberdar olabiliyoruz? Olması gerektiği gibi davranıp; acımadan, aşağılamadan, sabırla, anlayışla kabullenebiliyor muyuz? 


Ne güzel bir deyiştir: "Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar." Başkalarının neler yaşadığını ancak yaşayarak daha iyi kavrıyor-anlıyoruz. Her kaza, kullanamadığımız bir organın nasıl da iş gördüğünü yeniden hatırlatır bize. Her hastalık sonrası sağlığımıza daha çok dikkat eder oluruz. Başımıza gelmeden, tehlikelerin ya da olumsuzlukların çok uzağında olduğumuzu düşünüyor, o yüzden karşımızdakilerin ne yaşadıklarını da yeterince değerlendiremiyoruz. 


Dış dünyanın dışında, asıl engelleri içinde yaşayan bir kişinin daha alıngan daha kırılgan, daha öfkeli olması doğal sayılabilir çoğu kez. İrade, akıl, bilinç, düş gücü, yaratıcılık, toplumsal ilişkiler de zarar görecektir bu durumdan. Her gün yaşamı engelleyen öyle çok şeyle karşı karşıyayız ki çevremizde... 


Asıl önemli olan, engelleri aşabilmek, aşabilme gücünü bulabilmek...  Yaşadığımız toplumda, yaşadığımız dünyada önce her türlü olumsuzluğa, şiddete, yalana, aşağılamaya, aldatmaya göz yummasak, kafamızdaki engelleri kaldırabilsek, belki o zaman  hep birlikte engelleri daha kolay aşıp, gerçek engellilere de daha güzel bir dünya sağlayabileceğiz.

2 Ara 2010

Duygusuz-Duyarsız-Umarsız-Tepkisiz

Beş duyum var dedi bir gün biri; 
Kokladı dört bir yanı, 
Dokundu çevresine. 
Açtı ağzını, 
Yumdu gözünü, 
Kapattı kulaklarını, 
Sıktı yumruklarını... 
Günler geldi-geçti... 
Hiç kimse dokunmadı, 
Hiç kimse bir şey demedi, 
Hiç kimse bir şey görmedi, 
Hiç kimse bir şey duymadı, 
Hiç kimse bir koku almadı... 
Yıllar geldi-geçti... 
Duygusuz-duyarsız-tepkisiz kaldı herkes... 
Gözler görmedi, 
Kulaklar duymadı,  
Hiç kimse dokunmadı... 
Hiç kimse bilemedi; 
Hiç kimse sezemedi, 
Ne olup bittiğini, 
Zamanın nasıl yittiğini...
Yıllarca sorulamadı hiçbir şey;  
Sonra oldu olanlar,
Şaşıramadı bile insanlar...