Bu Blogda Ara

22 Ara 2013

BİR YENİ YIL AYNASINDA KENDİMİZLE YÜZLEŞMEK...


Yıllar da insanlar gibi bir süre sonra ömrünü tamamlıyor, bitiyor, tükeniyor. Bir daha asla geri getirilemeyecek 365 günlük bir yaşam süreci. Coşkuyla karşılanan, hüzünle uğurlanan koca bir yıl... Yaşanmış bir yılın birikimleriyle henüz yaşanmamış bir yılı düşlemek, hayallerimizin sınırlarını zorlayarak gerçek dünyaya bir ayna tutabilmek....

Bir yıl önce... Bir yıl sonra... Bir yıl önce beklentileriniz, umutlarınız nelerdi, neler gerçekleşti, neler istemiştiniz, neler değişti hayatınızda? Neler planlamıştınız, neler tamamlanamadı? Yaşanmış bir yılı düşündüğünüzde geride kalanlar temel oluşturuyor mu gelecek yıllara? Bir ömür bu birikimlerle, tortularla oluşmayacak mı, tortunun tadı sizin katkılarınızla değişmeyecek mi? 

Bu yıl kimler girdi hayatınıza ya da kimler kaydı hayatınızdan? "Tanıdım" dediklerinizi gerçekten tanıyabildiniz mi, olumsuz özellikleriyle tanıdıklarınızın olumlu yönlerini de görebildiniz mi? Ülkeler arası savaş hiç bitmezken, siz içinizdeki barışı sürdürebildiniz mi? Kendinizle ve çevrenizle ne kadar barışıktınız? Kendiniz için ne yaptınız? Kime ne kadar dürüst davrandınız, kaç kişiyi aldattınız, kaç kez yalan söylediniz, kimler için hangi kılıklara, hangi maskelere büründünüz?

"Hızlı yaşamak" mı, "sağlıklı, iyi yaşamak" mı gündemdeydi yaşantınızda? Spora ne kadar zaman ayırdınız, beslenmenize ne kadar özen gösterdiniz, doğadan ne kadar yararlandınız? Geçen yıl vücudunuzu, organlarınızı ne kadar önemsediniz? Gözünüze çöp kaçınca gözünüzün değerini, kalbinizin ritmi değiştiğinde kalbinizin değerini , sancılar başladığında midenizin değerini bilmek yeterli miydi? Bir kırık yüzünden yatağa bağlandığınızda ayakta kalabilmenin önemini daha iyi kavradınız mı? 

Bir yılda kaç hastayı ziyaret ettiniz, kaç kişinin sıkıntısını paylaştınız? İyi günde yanınızda olan insanlardan kaç tanesi kötü gününüzde de yanınızdaydı? Bir "alo" kadar yakınınızdaki insanlara kaç kez sesinizi iletebildiniz? Çevrenizdeki çiçeklerin, kuşların,gün batımının ya da mehtabın gökyüzünde ışıldayan yıldızların farkında mıydınız? Aydınlığın olmadığı yerde mum ışığının güzelliğini görebildiniz mi?

Mutsuz olduğunuz günlerde mutlu anların ne kadar farkında oldunuz, bunun için ne kadar özveride bulundunuz ya da neler yaptınız? Yıllar geçtikçe ya da yaş aldıkça tekrar "çocukluğa dönüş" dönemi yaşandığını, daha çok ilgi ve sevgi arandığını gözleyip, çocuklara ve yaşlılara daha hoşgörüyle bakabildiniz mi? "İçinizdeki çocuğu" ne kadar dinleyebildiniz?

Giden yılda bir sözle kimleri kırıp, kimleri sevindirdiniz, düşünmeden neler söylediniz, hak etmediğiniz halde size neler söylendi, incinip kırıldınız mı? Arkadaş, dost, eş seçerken seçimlerinizde ne kadar isabetli idiniz?
Kimleri hiç unutmadınız, kimler silindi hayatınızdan? Acaba siz kimler tarafından unutuldunuz ya da unutulmayanlardan oldunuz? 

Belirli günlerde değer verdiğiniz insanları hatırladınız mı? Bazen bir güzel söz, bir demet kır çiçeği, ihtiyaç karşılayan küçük bir hediye, bir küçük mesaj, bir sıcak gülümseme, ne değerli anlamlar kattı dostluklara fark ettiniz mi? Yaşamınızı yönlendirmiş, size katkıda bulunmuş kaç kişiye "vefa" duygunuzu kanıtladınız bu yıl, veya kimlere nasıl da kayıtsız kalarak "vefasızlık" örneği sergilediniz?

Giden 365 günde ön yargılarınız, kalıplaşmış düşünceleriniz sizi ne kadar etkiledi, o kalıplardan kurtulmayı hiç denediniz mi, o yargılarla neleri kaçırdınız, neleri kaybettiniz? Emek harcamadan, ter dökmeden, çabasız neleri, ne kadar çözebildiniz? Az zamanda, az yol katederek, çok güç harcamadan ulaştığınız sonuçlar sizi ne denli mutlu ya da mutsuz etti? Pişmanlıklarla oluşan temeller ne kadar da çürüktü. 

Bir yılın ardından düşündüğünüzde; aynayı kendinize çevirdiğinizde yüzünüzde korku mu, kaygı mı, pişmanlık mı var, ne kadar mutluluk, ne kadar mutsuzluk okuyorsunuz o yüzde? Neleri gerçekten hak ettiniz, nelerin bedelini çok ağır ödediniz? Hangi doğrular hangi yanlışlarla uyuşmadı? Hatalarınızı sorgularken sınırlarınız nereye kadardı, iğneyi ya da çuvaldızı kaç kez kendinize, kaç kez başkalarına batırdınız? Kendinize ve çevrenize karşı ne derece dürüst olabildiniz? Kimlere ne kadar güvendiniz ya da kimlerin güvenini nasıl kaybettiniz?

Nerede olursa olsun, sizin gibi düşünmeyen, sizin dilinizden konuşmayan, sizin takımdan olmayan birinin de haklı olabileceğini kabul edebildiniz mi, yoksa onlar hep "düşman" mı sayıldılar? Giden 365 günde kimlere nasıl "örnek" oldunuz, kimler hangi davranışlarınızla sizi örnek aldı, kimler sizden neler öğrendi veya kimler sizin gibi olmamak için ne tür tepkiler geliştirdi? 

Bir yıl içinde kaç kitap okudunuz, kaç tiyatro izlediniz, kaç söyleşide, şiir dinletisinde, sanat galerisinde, müzede, sergide bulundunuz, imkanlarınızı neler için kullanabilirken, neler için de hiç kullanmadınız? Sanata, sanatçıya ne denli saygılıydınız? Güzel bir sanat eseri sizi ne kadar etkiledi, beğeninizi, eleştirilerinizi ne ölçüde dile getirebildiniz? Bu yıl kaç düğüne gidebildiniz, kaç boşanmaya tanıklık ettiniz? Kaç düğün coşkusu mutluluğa, kaçı mutsuzluğa dönüştü, kimler uyumlu, kimler uyumsuz oldu? 

Saçlarınızda aklar, yüzünüzde kırışıklıklar çoğaldı mı bu yıl? Onlarla birlikte artan deneyimlerinizden, görüşlerinizden kimler, nasıl yararlanabildi? Yoksa akıl yaşınız hiç büyümedi mi? Kaç hastane, kaç mezarlık ziyaretiniz oldu bu yıl? Bu yıl kim bilir kaç kazada kaç can gitti, kaç kişinin canı yandı? Acaba kimler ne kadar sorumlu, kimler nasıl da sorumsuzdu. Yaşarken; yaşıyor olmanın önemini, sağlıklı nefes alabilmenin değerini bilenlerden mi, yoksa yaşayan ölülerden miydiniz?

Bir yıl önce bu yıl henüz yaşanmamıştı. Oysa bugünlerde o "eski yıl" oldu. Eski yıl ömrünü tamamlarken, nasıl geçeceği belirsiz bir yeni yılla karşılaşıyor dünya. Zaman nasıl da akıp geçti;" Bitmesin" dediğimiz günlere inat bazen de saniyeler uzadı. Bir yılın bitiminde sadece bellekteki izleri hiç silinmeyecek "anlar" bize kaldı. 
Geçmiş bir yılın aynasında kendimizle yüzleşirken; yepyeni, tertemiz, umut dolu" yeni bir yıl" yansıyor aynaya. Gözlerimiz kamaşmadan, içimiz kararmadan bakmak gerek yeni yıla. Henüz yaşanmamış koca 1 yıl, 12 ay, 52 hafta, 365 gün, 8760 saat var önümüzde. 

Çevremizdeki onca kötülüğe, olumsuzluğa hatta savaşlara rağmen "anları" yaşanabilir kılmak bizim elimizde, yeter ki aynalar kırılmasın. 
Kırmadan, kırılmadan, bir kez daha yüzleşmek üzere aynalar kararmadan, daha nice yıllara...






16 Ara 2013

YARIM KALAN OYUN...


Yılın ilk karı lapa lapa yağdı; Önce dağlara, sonra ağaçlara, toprağa ve kentin içine, caddelere... Çocuklar evde bunalmışlardı, zaten oyun arıyorlardı. Dışarıda bu havada, bu ortamda başka ne yapılırdı ki. Ancak kartopu oynanır, karda kızakla kayılır. Kızak yoksa bazen basit tahtalarla, bazen araba lastikleriyle. Bir avuç kar yerden alınır, bir top yapılır, tam isabet atılırdı. 

Yusuf da aynen öyle yaptı. Tam isabet attı ama, olmadı. Attığı kartopu bir taksiye rastladı. Yusuf gözlerdeki şimşekleri geç fark etti. Öbür çocuklar kaçabildiler. Yusuf koştu can havliyle... Öfkeli taksi şoförü kovaladı. Yusuf kaçtı, öfkeli taksi şoförü kovaladı. Tam kurtulduğunu sandığı anda bir başka karanlık kuyuya, E-5 kara yoluna düştü. Karlı bir kış gününde yolun son kurbanı, dünyanın keşmekeşinden habersiz, 10 yaşında masum bir çocuktu.

Taksi şoförü kaçtı. Yusuf kaçamadı. Yere karların üzerine yığıldı. Mevsimin ilk ve son kartopu oyunuydu Onunki. Belki de hayatının ilk kartopu oyunu...Yusuf'un yaşamı 10. yılda noktalandı. Kısacık bir ömür.
Yerde kalan izleri, kötülükleri, insanın acımasızlığını, duyarsızlığını sabaha kadar yağan kar bile temizleyemedi. 
Oyun yarım kaldı. Kardan adam yapmaya bile zaman yetmedi....

10 Ara 2013

İNSAN OLMAK...


(10 Aralık bütün dünyada "İnsan Hakları Günü" olarak anılıyor.)

Tutuklandıktan 4 yıl 277 gün sonra tahliye edilen Mustafa Balbay'la ilgili küçük notlar;

"Bu toplumda özgürlükler konuşulsa yeter diyorum. Benden özür dilenmesin."

"Ben içeride yaşadığım 5 yıllık tutukluluk süresi içinde en çok ne biriktirdim derseniz, gelecek biriktirdim."

Çocuklarını sabah okula bırakırken: "Çocuklarımı iyi okutamayacağım diye çok endişeleniyordum. Ama artık 'Her şey çok güzel olacak' diyorum ve biliyorum ki bu bir film adı değil.

"Cezaevinde gece uyanırsınız ve elinizi ranzanın soğuk demirine çarparsınız. Bu gece uyandım, elim sevdiğime çarptı."

Kızı Yağmur: "Babam bir gün ben kapıyı çalacağım ve sen açacaksın diyordu. Onun için ben evde kaldım. O'na kapıyı ben açacağım. 

Anne Melek Balbay:" Arayıp soranlara teşekkür ederim. Evladımın istediği haşhaşlı böreği hazırladım. Şimdi yanıma gelmesini bekliyorum. Çok şükür bugünleri de gördük."
 ................................................
Umut ve sabır, tüm zorlukların üstesinden geliyor galiba...


5 Ara 2013

BİR BAŞKA DÜNYA...


Uğur Yücel'in yönetmenliğinde çekilen; Beren Saat, Ayça Bingöl, Melis Mutluç gibi sanatçıların rol aldığı harika bir film "Benim Dünyam". Ders verici, eğitici, düşündürücü. Bir başka dünyada- bir engellinin dünyasında- insanı derinden sarsıyor. Yabancı bir filmden uyarlama, ama zaten bu açıklanmış. İnsanın bam teline dokunan ustalardan Uğur Yücel. Oyuncularını öyle güzel role hazırlıyor ki, adeta rollerini yaşıyor ve yaşatıyorlar. Uğur Yücel de Mahir Hoca rolüyle baş rolde.

Önce Ela'yı 8 yaşındaki haliyle tanıyoruz; Gözleri görmeyen, kulakları duymayan, bu yüzden hırçın, sinirli, uyumsuz bir çocuk. "Siyah bir dünya" onunki. Büyük ada'da bir köşkte anne-babası ve evin yardımcılarıyla birlikte yaşıyor. O zamana kadar anne-baba çaresizlik içinde, çocuklarının davranışlarına hiç kısıtlama getirmemişlerdir. Mahir Hoca (Uğur Yücel) öğretmen olarak köşke geliyor. Onun sözlüğünde "imkansız" sözcüğü yoktur. Mucizelere inanır. Eğitim yöntemi başlangıçta biraz sert, ama etkili olur. Öğretmen- öğrenci önce birbirlerine kızıyorlar, kıyasıya öfkeleniyorlar, yıpranıyorlar ama uzun yıllar içinde başarıyorlar. 

Beren Saat'in çocukluğunu canlandıran Melis, belki de filmin en iyi oyuncusu. Bir engellinin dramını adeta yaşıyor ve yaşatıyor. Filmde olağanüstü güzellikte ve etkileyici sahneler var: Köşkün havuzunda Ela'nın çok korktuğu suyla ilk karşılaşması. Kar yağarken karı fark etmesi, mutluluğu, başaramadığı zamanlardaki mutsuzluğu... İnsan bu filmi ikinci kez izlese ne çok farklı noktalar yakalar kim bilir. Oyuncuların hepsi çok çok başarılı. Hepsini içtenlikle kutlamak gerek. 

Film düşündürüyor, duygulandırıyor, eğitiyor, ağlatıyor. Hiçbir şeyin kolay olmadığı, kolay gerçekleşemeyeceği, mücadelenin gerektiği, filmde çok güzel vurgulanmış. Yıllar sonra Ela üniversiteye kabul ediliyor ancak daktilosunu çok yavaş kullandığından, sınavları hiçbir zaman zamanında bitiremiyor. 3 yıl aynı sınıfta okuyor, sonra kendini aşıyor. Bu durumlar çok güzel ifade edilmiş; Küçük kara balık evine döndü, kaplumbağa çölü geçti....
Ancak filmde bir nokta gerçek hayattakiler için yanıltıcı olabilir mi? Türkiye'de Edebiyat Fakültelerine giriş, genel üniversite sınavlarındaki puanlara göre olur. Yetenek sınavları dışındaki hiçbir bölüme bir komisyon veya kurul kararıyla girilmez. Belki de "filmler, diziler, romanlar gerçek hayatın bire bir kopyası olmayabilir" diye düşünülebilir. 

Filmin son sahneleri bir duygu girdabına sokuyor insanı. Mahir Öğretmen'in  zaman zaman tekrarlanan unutmaları bir hastalığın habercisidir; Alzheimer...Hastanede zor bir hayat beklemektedir onu. Bu defa Onun dünyası karanlığa bürünmüştür. Gün gelir Ela'yı bile tanımaz. 
Film sanırım uzun zamandır vizyondaydı. Başka dünyaları, zor hayatları anlayabilmek için keşke daha çok kişi izleyebilseydi. Gişe rekorları kıran bazı filmlerin yanında gerçek bir sanat eseri Uğur Yücel'in filmi. 


3 Ara 2013

ENGELLİ HAYATLAR


Kapkaranlık bir dünyada bir an gözünüz görmüyor, kulağınız duymuyorsa, konuşamıyor ya da yürüyemiyor olsanız kendinizi nasıl hissedersiniz? Engeller ne denli etkilidir yaşantınızda? Engeller sizi ne kadar, nereye kadar etkiler? Doğuştan ya da sonradan engelli olmak... kendini aşabilmek... gücüne güç katmak, engelli yönünü tamamlayabilmek... Yarımken bir olabilmek, kendine yeni güçler yaratmak... Eksik yanını daha güçlü şekilde, bir başka biçimde tamamlamak...

Engellilerle ilgili kafamda öyle çok öykü var ki: Gençlik yıllarımda okuduğum Helen Keller'in mücadelesini anlatan "Karanlığın İçinden" kitabını nasıl unuturum. Hayranlıkla, saygıyla adı belleğime kazınmış. 
Ankara'da Görme Engelliler Okulunda, yıllar önce içine zil konmuş bir topla oynanan futbol maçı, oynayanlar ve izleyenler için gerçek maçtan hiç de farklı değildi. Topun içindeki zil sesi oyuncular için de, kaleci için de bir uyarı oluyordu. 

Bir fizik tedavi merkezinde yürüme engelli 8-10 yaşlarındaki çocuğun iki bastonla büyük çaba harcayarak  yaptığı yeniden yürüme mücadelesini, hepimiz nefeslerimizi tutarak hayranlıkla izlemiştik. 
Kazada kollarını kaybettiğinde, alıştırmalarla ayak parmaklarına güç kazandırarak tablolar yapan, daha sonra sergi açan bir genç kız. Zoru başarmak herkesin harcı değildir. 

Rehberlik ve Araştırma Merkezlerinde emekle, umutla yürütülen konuşma terapileri. Sonuç, harcanan emeğe değerse yaşanan bayram sevinci... 
Bir trafik kazası sonucu bacakları kesilen eski bir bale sanatçısının televizyon ekranında izlediğimiz görsel bir şölen gibi gösterisi. Takdir etmemek mümkün mü. 
Görme engellilerin birçoğunun hayranlık uyandıran güzellikteki sesleri, bir müzik aleti çalmadaki ustalıkları.İnce, titiz bir çalışma gerektiren saat tamirindeki ustalıkları. 

Her dalda engelliler yarışmalarında sergilenen inanılmaz performanslar; Bir Engelliler Olimpiyadında yıllar önce gerçekleşen, unutulmayan, dilden dile dolaşan bir öykü. Bitiş çizgisine çok az bir zaman kala engellilerden biri düşer, ağlamaya başlar. Koşmakta olanlar durur, arkalarına bakarlar. Geriye dönerek düşen çocuğun yanına gelirler, el ele tutuşurlar, hep birlikte bitiş çizgisine varırlar. Yarışın ne kazananı, ne de kaybedeni vardır. Kazanan dostluktur, dayanışmadır, ortak duygulardır. Stadyumdaki seyirciler bu tabloyu ayakta alkışlamaktadır.

Son yıllarda işaret dilini öğrenme çabasına giren insanlarımız artıyor. Reklamlarda(bir telefon reklamında), filmlerde(Başka dilde aşk, Benim Dünyam) engellilerin güçlükler içindeki yaşamı ustaca işleniyor. Şafak Pavey gibi kişiliğiyle,vakur duruşuyla, eğitimiyle engelleri aşarak çevresine örnek olan güzel insanlar da var.
Yılda bir kez Engelliler Gününü anmak elbette yeterli değil; ancak insanlarımızı düşündürmek, toplum olarak engellilere karşı daha duyarlı, daha anlayışlı olmak adına yararlı oluyor. Keşke yıllar içinde, engellilere daha uygun bir hayat için "yaşanabilir bir fizik çevre" oluşturabilsek, onları anlayabilme çabasına girsek...
3 Aralık Dünya Engelliler Gününde tüm engellilerin hayatlarındaki engelleri kolayca aşabilmeleri dileğiyle...
Ve her şeye rağmen"imkansız" demeyip, zoru başarabilen iradesi güçlü insanlarımızı yürekten kutlayarak...




29 Kas 2013

ŞİDDETTEN ARINMAK



Kirden, pastan, tozdan, kötülükten arınmak isterse insan, ne kadar su gerekir acaba? Hangi sabun en yoğun kirleri en etkili biçimde temizler? Ya şiddetten arınmak, yılların birikimini temizlemek, içimizdeki canavarla baş etmek ne derece mümkündür? Gazete-televizyon muhabirleri de doğru sayıyı bulmakta güçlük çekiyorlardır herhalde. Bir günde çeşitli nedenlerle kaç insan öldürüldü, kurallara uyulmadığından kaç trafik kazası oldu, kaç kişi tacize uğradı, kaç hayvana eziyet edildi... Eskiden "köpek insanı ısırırsa değil, insan köpeği ısırırsa haber olur" denirdi. Şimdilerde insan insanı ısırabiliyor. 

7 yaş altındaki çocuklar televizyonun karşısında merakla vurdulu-kırdılı filmleri izliyorlar. Bazen el çırpıyorlar, alkışlıyorlar. Beğenmekle kınamak arasındaki ince çizgi burada başlıyor belki de. Çocukken beğendiği, onayladığı davranışları, kalıcı olarak yıllar sonrasına da taşıyabilir insan. Korku filmleri, savaş filmleri hep tercihleri arasında yer alabilir. Bazı sahneler bilinç altına kazınır adeta. 

"Genel izleyici" adı altındaki programları yetişkinler ve çocuklar izliyor. Ama haberlerden başlayarak her gün en az 10-15 kadar ölüm-öldürme olayı var. Polislerin öğrencilere tepkisi, copla dövmesi, su ve gaz püskürtülmesi de genel izleyicilerin izlediği sahnelerden. Her kötü haber beynimize bir balyoz gibi inmekte. Haberler başlı başına bir şiddet kaynağı bazen. 5-10 haberden 1'i savaş haberi. Dünyanın her yerinden en acımasız saldırılar çarpıcı görüntülerle sunuluyor. Kötüler-kötülükler orkestrası adeta en yüksek perdeden, en rahatsız edici biçimde ses veriyor; "Güç bende, ben yaparım, kırarım, dökerim, vururum, yok ederim."

Her toplumda görülebilen bu insanlar nasıl bu hale geldi, onları bu denli şiddete iten şey neydi? Bu olaylara tanık olan küçükler ilerde bu yaraları nasıl saracaklar? Yetişkinlerde görülen pek çok ruhsal sıkıntının kökeninde çocukluk yıllarındaki travmalar yatıyor. Bütün bebekler kaynağını bilmese de yüksek sesten korkarlar. Sıçrayarak, ağlayarak bu tepkilerini dile getirirler. Gürültülü bir ortamda büyüyen bebek daha sinirli, daha saldırgan olur. 

Çocuklar, gençler gördüklerini örnek alarak hayata geçirmek isteyebilirler. Küçükken hayvanlara eziyet etmekle başlar, yetişkin olduğunda "güç bende" diyerek kaba kuvvetle, zorbalıkla her işini halletmeye çalışır. Kendince benimsediği rol-model kimse, onun davranışlarını taklit eder. Bu bazen yakın çevreden biri, bazen bir roman ya da dizi kahramanıdır. Spora,maça bile giderken elinde şiddet aracı sopasıyla yola çıkabilir. Ekrandaki hayal dünyası gerçek hayata taşınmıştır artık. 

Şiddet, vahşet içimizde hüküm sürer. Kimi birey öfke kontrolünü gerçekleştirerek duygularını bastırabilir. Ama bazen de gün gelir kimisinde kendinden daha zayıf, güçsüz, korunmasız gördüğüne yönelir öfke, kin, hırs, kıskançlık...Ve telafisi mümkün olmayan olaylar yansır gazetelere, televizyonlara; Şiddet, vahşet, acımasızlık, hırpalama, zarar verme... 

Her yıl şiddetle ilgili istatistikler açıklanır. Bu tablolar çarpıcı, düşündürücü elbette ama, kayıtlara geçmeyen, bilmediğimiz, duymadığımız daha nice olay vardır kim bilir. Evde, sokakta, okulda, alışveriş merkezinde, hastanede, stadyumda, şiddet her yerde, içimizde, aramızda... Şiddet batağına saplanmış gibi insanımız. Gördükleri karşısında tüyleri diken diken olmuyor, gözleri fal taşı gibi açılmıyor, kulakları çınlamıyor. Belki sadece başını çeviriyor belli belirsiz, "görmedim, duymadım, söyleyemem" düşüncesiyle kaybolup gidiyor...

İçimizdeki karanlığı aydınlığa çevirmek çok mu zor? Karşımızdakiyle empati kurabilmek, biraz anlayış, biraz hoşgörü, biraz sabır ile başlıyor her şey. Hepimiz insan olarak insanca davranışlar bekliyoruz. 
Önce beyinleri, sonra yürekleri şiddetten arındırmak gerek. Yürekte insan sevgisi, merhamet yoksa, vicdan da akıl da donup kalıyor elbette.






26 Kas 2013

BİR NARENCİYE MASALI


Bir kilometrelik bir sahil şeridi düşünün. Bir yanı deniz, bir yanı palmiye ve zakkum ağaçları. Çevrede göz alabildiğince sarı, turuncu ve yeşil renkler uyumlu bir şekilde birbirine sarılmış. Portakal, limon, mandalina ve greyfurtlar adeta el ele tutuşmuşlar. Portakal ve limonlardan yapılmış küçücük kulübeler öylesine sevimli ki, bir anda Pamuk Prenses ve yedi cücesi bir yerlerden çıkıp aramıza katılacaklar diye düşünüyorsunuz. Bu renk cümbüşünde gözümüz birçok masal kahramanını arıyor. Minyatür bir dünya adeta burası. 

Çevrede zürafa, fil, su kaplumbağası, boğa, korsan gemisi, ne ararsanız hepsi var. Tüm maketler narenciye ile hazırlanmış. Rayların üzerine yerleştirilmiş narenciye ekspresi bile var. Sanki yolcular binince harekete geçecek gibi... Bir başka köşeye narenciye çeşmesi yerleştirilmiş. Arkadaki meyve sıkacağının yardımıyla çeşmeden bol vitaminli meyve suları akıyor. Pek çok kişi sabırsızlıkla sıranın kendisine gelmesini bekliyor. 


Yıllar önce Kapadokya'ya gittiğimde kendimi bir masal ülkesinde gibi hissetmiştim. Benzer duyguları burada da yaşamak mümkün; "Narenciye ülkesinde bir masal" gibi. Festivaller özellikle iyi organize edilirse, bir şehrin yaşantısını, görüntüsünü değiştiriyor. "4. Mersin Narenciye Festivali" 16-17 Kasım tarihleri arasında yapıldı. Hazırlıklara günlerce öncesinden başlandı, pek çok insan çalışmalarda görev aldı. 70 ton narenciye kullanıldığı söyleniyor. Birçok dış ülkeden yüzlerce çocuk ve gencin katılımıyla, pırıl pırıl güneşli iki gün festival şenik havasında geçti. Büyükşehir Belediyesinin organizasyonuyla ilçe belediyeler,çeşitli kuruluşlar, dernekler köşeler açarak çeşitli ürünler sergilediler. 


Bu ortamda özellikle çocukların ne kadar mutlu oldukları öylesine açık ve net sezilebiliyordu ki. Çocuklar gerçek dünyayı seslerle, renklerle, görüntülerle bir masal gibi algılıyorlar. Narenciye ekspresi, korsan gemisi, narenciye çeşmesi kaç çocuğun rüyasını süslemiştir o gece kim bilir? Yöresel yiyeceklerin tadı damaklarda iz bırakmıştır elbette. Bir narenciye harikası; portakallı kek, sağlık kurabiyeleri, güneye özgü kısır ve daha niceleri... Dış ülkelerden gelen çocukların giysileri, oyunları, dansları, müzikleri birbirleri için karşılıklı öyle ilginç, öyle farklıydı ki. Rekabet ortamı olmadan, katıksız bir hayranlıktı gözlenen. Yetişkinlerin fotoğraf makineleri durmadan çalıştı, ilerde o günü hatırlatacak karelerce poz çekildi.

Çocukların hayal dünyaları için bu tür etkinlikler ne kadar yararlı. Her çocuğun ilerde kendi çocuklarına ya da arkadaşlarına anlatacağı bir hikayesi olmalı; "Bir zamanlar ben..." diye başlayan... O gördüklerini kendince yorumlayacak, kendi hayal dünyasında belli kalıplara yerleştirecektir. Bir zamanlar, çok eskiden hayatında ilk kez sirke giden ya da bayram yerinde dönme dolaba binen çocuğun onu hiç unutamaması gibi. Masalları yaratanlar da insanlar değil mi? 

Festivalin pek çok farklı amacı var tabii ki: Ekonomiye canlılık kazandırmak, üreticiye destek vermek, piyasayı hareketlendirmek, dış ülkelerle bağlantı kurmak, kültür alışverişini hızlandırmak... Aslında görünenin arkasında pek çok sorun var elbette, üretici masrafını bile karşılayamıyor. Gerçekler her zaman can yakıcı, düşündürücü. ..  Ama çocuklar mutlu. Bu iki günden onların aklında heyecanlı, renkli, unutulmaz bir masal kalacak. Ve bundan sonra narenciyenin yararına daha çok inanıp, daha çok tüketecekler. Narenciye çeşmesinden olmasa bile suyunu daha çok içecekler.




11 Kas 2013

İYİ GÜNDE... KÖTÜ GÜNDE...


Dilimizde evlenmeyle, evlilikle ilgili ne çok sözcük, ne çok deyim üretilmiştir. İnsanımızın yaratıcılığı, kıvrak zekası, bu deyişlerde anlam kazanır. "pembe panjurlu ev" eski Türk filmlerinde, romanlarda mutlu bir yuvanın simgesiydi. Günümüzde arsalar öylesine azaldı ki, tek katlı evlerin yerine kocaman apartmanlar dikiliyor artık. Pembe romantizmi simgeliyordu, artık realizm zamanı. "Bacanız hep tütsün" güzel bir dilekti. Artık bacalar da azaldı. Tekli bacalar ancak şömineli evlerde tütüyor.

"İyi günde-kötü günde"  diye başlayarak ne güzel dilekler dilenir. Siz de hatırlar mısınız,hala her yörede söylenir mi, bilmiyorum; "Bir yastıkta kocayın" deyişi vardır. Bir ömrü birlikte geçirmek, beraberce yaşlanmak, uzun yıllar birlikte olmak anlamında bir dilekti aslında söylenmek istenen. Artık yastıklar da küçüldü, ikiye bölündü. Aslında amaç; uzun, zorlu bir yolu birlikte yürüyebilmek, yol arkadaşlığı, kader arkadaşlığı yapabilmek...

Kadın ve erkek beraberce bu uzun yola çıkarken, nikah memurunun duruma uygun konuşması nasıl da anlamlıdır. Bazısı da hiç konuşmaz, sadece işlemi tamamlar. "İyi günde, kötü günde, sağlıkta, hastalıkta birbirinizi koruyup kollayacağınıza.... "Nikah defterine heyecanla atılan iki imza ve beraberliği belgeleyen bir başka küçük defter. Evlenme cüzdanı. Canlı ve cansız ikişer tanık... Her şey bir imzayla ve bir sözcükle başlıyor. Bu ilişkiyi onaylayan bir sözcük; "Evet" 

Oysa günümüzde evet'lerin ardından hayır'lar da çoğaldı. Evetle hayır arasında çok uzun bir zaman da yaşanmıyor. Bir anda noktalanıyor her şey. Başlangıçta gösterilen özen, sonuçta yerini daha farklı davranışlara, kabalığa, hoyratlığa bırakıyor. Televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında içimiz ürpererek farklı ayrılık hikayeleri izliyoruz, okuyoruz. Çocuklar "evcilik oyunlarında" ev halini ne güzel, ne gerçekçi yansıtırlar. Oyunlar gerçeğin bir yansıması değil midir? 

Hayat öylesine kısa ki. Her şey birdenbire olup bitiveriyor. "Sevmek seni bir ömür boyu..." derken, "Ayrılmak bir dakika" oluveriyor. "Beyaz atlı prens" kişiye göre değişebilir elbette. Mutluluk ve mutsuzluk da değişik zaman ve durumlarda kişilere göre farklı yorumlar kazanmaz mı? Mutsuz giden bir evliliği sürdürmek de insanın hayatını zindana çevirebilir. Goethe evlilik konusundaki düşüncesini şöyle açıklıyor: "İster kral, ister bir fakir olsun, dünyada en mutlu insan evinde huzuru olandır."

Birken çift olabilmek, bir aile oluşturmak, bu beraberliği yıllar boyu sürdürebilmek... nasıl da güzel, anlamlıdır. Birbirine uyum sağlamak, karşılıklı özveride bulunabilmek, evi "yuva" haline getirebilmek, eve dönmeyi, eşine kavuşmayı özlemek. Güne küçük sürprizlerle başlamak, hayata anlam katabilmek... Bunun gerçek değerini yaş ilerledikçe daha iyi anlıyor insan. Hayatı paylaşmak için "iyi bir dost" önem kazanıyor. İnsanın başını omuzuna dayayabileceği güvendiği bir eşinin olması, hayatın da güvencesi değil midir? 

İyi günde; Eşinin sevdiği yemekleri yapıp, sofrayı onun sevdiği bir demet çiçekle renklendirebilmek, onun beğenilerine de saygı gösterebilmek, küçük sürprizler hazırlamak, bazen duygularını küçük notlarla yazılı olarak ifade etmek, mimiklerinden, ses tonundan, davranışlarından az çok ruh halini anlayabilmek...
Kötü günde; Hastalığını önemseyerek yanında olabilmek, sıkıntısını, sorununu paylaşabilmek, ilgisini esirgememek, zor günleri bir güzel sözle, uygun bir davranışla çekilir hale getirmek... Karşılıklı olarak iyi günde- kötü günde küçük fedakarlıklarla beraberliği sürdürebilmek: Evliliğin çatısı da, temeli de ancak böyle korunacaktır herhalde. 

Toplumda sık sık çocuklar, gençler ve yaşlılarla ilgili gruplarda bulunabilmeli insan. Bu gözlemlerle hayatı daha iyi yorumlayıp, daha iyi anlamlandırabiliyor. Farklı kuşaklar farkında olmadan bize hayatı anlatıyor, insanları daha rahat çözümlememize yardımcı oluyor. Sessiz anlatımlar; bir damla gözyaşı, bir el tutma, bir omuz omuza beraberlik, bir bakış bazen nice sözden daha etkili, daha kalıcı oluyor. İnsana hayatın sırlarını adeta ciltler dolusu kitabın içinden sergiliyor. 

Yüzyıllar öncesinden söylenmiş bazı sözler günümüzde de anlam kazanıyor. Ünlü Filozof Socrates evlilik konusunda fikrini şöyle açıklıyor: "Ne pahasına olursa olsun evlenin. Karınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz, yok fena çıkarsa o zaman da filozof olursunuz."


10 Kas 2013

ÖZLEMLE ANARKEN...

Büyük Önder Mustafa Kemal ATATÜRK'Ü ölümünün 75. yılında özlem ve saygıyla anıyoruz.


"Kadınlarımız eğer milletin gerçek anası olmak istiyorlarsa, erkeklerimizden çok daha aydın ve faziletli olmaya çalışmalıdırlar."
                                                M. Kemal ATATÜRK

4 Kas 2013

ESKİ FOTOĞRAFLAR...



Geçmişe küçük bir yolculuk yapmak istediğinizde eski fotoğraflar nasıl da işe yarar. Yalnızca onlar mı? Eski mektuplar, küçük kağıtlara yazılmış notlar, günlükler, kartlar, kurutulmuş çiçekler... Bazı özel eşyalar insanı yıllar öncesine sürükler. Her biri "parmak izi" gibi kişiseldir, kişiye özeldir. Depolamayı seven insan, büyük olasılıkla hayatın güzelliklerini kaçırmak istemeyen insandır. Her bir eşyada saklanmaya değer güzellikler bulmuştur. Bakmasını bilen gözler saklamasını da, korumasını da bilir. 

Şimdilerde fotoğraflar bilgisayarlarda depolanıyor. Eski albümler giderek kullanılmaz oluyor. Bilgisayarlarda dosyalarda, klasörlerde arşivlenen fotoğraflara sadece belli zamanlarda, istediğinizde açıp bakma şansınız var. Oysa albümlerde veya özel zarflarda dokunarak, hissederek, tekrar tekrar bakmak öylesine başka bir duygu ki... Siyah beyaz fotoğrafların klasik görünümüyle asaleti tartışılmaz. Sanki hayata daha ciddi, daha keskin bir bakışları vardır. Sadece eskilerden kalan siyah beyaz fotoğraflar değil, şimdikiler için de aynı şey söylenebilir. Bir başkadır siyah beyaz, renkleri hayal gücünüz tamamlar.

Kalın kitapların arasında özenle kurutulmuş çiçekler de yılların anılarını ta derinlerden yeryüzüne çıkarır sanki. Kokuları, hatta renkleri kalmamıştır belki ama, buram buram dostluk kokarlar. Anılar denizine insanı batırıp çıkarırlar. Artık gençler arasında çiçek kurutma modası da kalmadı. Hediyelik eşya sektörü , kimyasal ilaçlarla farklı bir şekilde çiçekleri kurutup pazarlıyor. Oysa sizin emeğinizle kurutulmuş bir çiçek, kişiye özel bir yazıyla sunulduğunda veren için de alan için de daha bir anlam kazanmaz mı?

Anıları tazelemenin öyle çok yolu var ki... Geçmişten bugüne uzanan bir köprüye yürüdüğünüzde elle yazılmış eski mektuplar da sayfalarca anılar zinciri oluşturur. Mail, e-posta gibi değildir o mektuplar. Karakterinizin aynası el yazınızla da mühürlenmiştir o sayfalar. Size özeldir; mürekkebiyle, silinti ve eklemeleriyle, hatta yıllar öncesinin pullarıyla... Kişinin nasıl yaş aldığının, hangi hastalıkları yaşadığının da habercisidir el yazısı: Çok düzgün bir el yazısı yılların götürüsüyle kargacık burgacık bir el yazısına dönüşebilir. Beyinle ilgili bazı rahatsızlıklarda harfler eksik yazılabilir, titrek bir el yazısı olabilir. Bazen sadece çizgiler kalır geriye.Hatta yazı bazen tümden unutulabilir. "Söz gider yazı kalır" dense de... Ancak geçmişte yazılanlar kalır geriye...

Eski Türkçe öğretmenlerimiz sözlü ve yazılı anlatıma, kompozisyona nasıl da önem verirlerdi. Büyük harf, küçük harf, noktalama işaretleri, yazıda giriş- gelişme- sonuç bölümleri. Derslerde hayali mektuplar bile yazılırdı. Artık cep telefonlarında bile örnek kısaltmalar veriliyor, en kısa yoldan, en çabuk biçimde iletişim amaçlanıyor. Teknoloji çağının sloganları hız üzerine oluşturulmuş. 80'li  yıllarda PTT "10 yıl sonrasına mektup yaz" adıyla bir kampanya başlatmıştı. Yıllar sonra 10 yıl öncesinin  umut ve beklentilerini bilmek heyecan vericiydi. Pembe mektup kağıtları, çiçekli zarflar da bulunurdu kırtasiyecilerde. Onlar kişiye özeldi, fark yaratırdı. Bugün bilgisayarlar da bu konuda sınırsız seçenekler sunuyor. Kalpler, çiçekler, gülen, ağlayan yüzler ve daha niceleri... Bilgisayarlarla daha genç yaşta tanışanlar özelliklerini de daha iyi biliyor ve daha bilinçli kullanıyorlar. 

Geçmişten bizimle birlikte gelen, bizi "biz" yapan her şey; iyi saklanıp, özenle korunması gerekmez mi? Gün geldiğinde insanın onlara öylesine ihtiyacı oluyor ki. Hepimiz sevdiklerimize çok özel eşyalarını koyabileceği birer kutu armağan edebilsek ne iyi olurdu. Belki çok para harcamadan alınan, güzel bir kağıtla kaplanarak şekil değiştiren şık bir kutu. İçerisine değer verdiği mektupları, kartları, fotoğrafları saklayabileceği küçük bir depo. Yıllar sonrasına ne güzel küçük bir hazine kalır. Uçakların kara kutusu gibi... Bazen insanı kendisi bile öylesine şaşırtabiliyor ki; Duygusal değişim, değerlerimiz, insan yanımız... Her şey bir başka biçimde düşündürüyor insanı. 

Eski fotoğrafların yıpranmış, sararmış, kıvrılmış, belki biraz da yırtılmış kartlarında kısa bir" ömür turu" nasıl da mutlu eder insanı. Olumsuzlukları hatırlatan mutsuzluk fotoğrafları da var elbette ama, onlar da hayatın tuzu-biberi gibi ağızda buruk bir tat bırakıyorlar. Belki de geçmişten bir ders almaya davet ediyor bizleri. Geçmişe yolculuk bazen acı gerçekle de baş başa bırakabiliyor insanı. Ama hayat acısıyla, tatlısıyla, iyisiyle, kötüsüyle bizim. Güzel anları çoğaltıp deklanşöre basmak da elimizde...




28 Eki 2013

HAYATIN İÇİNDEN BİR GÜN...


( Halen yapımı devam etmekte olan "Türkiye Alzheimer Derneği Mersin Şubesi Yaşlı Yaşam Merkezinin" en kısa zamanda faaliyete geçmesini dileyerek... )

ÖYKÜ

Herkes için sıradan sayılabilecek bir gündü. Her evde farklı farklı hayatlar yaşanıyordu her zamanki gibi. Perdeler açık da olsa, kapalı da olsa, dışarıdan görünenle içerideki hayat bambaşkaydı. Sevinçler, mutluluklar, ya da acılar, hüzünler onları yaşayan kişilere özeldi. Derecesi, dozu, kişinin yüreğinde veya beyninde kapsadığı yer kadar rahatsızlık yaratıyordu. 

Dışarıda sakin ve güneşli bir gün vardı. Oysa sonbaharın bu son günlerinde artık yağmur bekleniyordu. Bu dar sokakta genellikle bahçeli, iki katlı evler sıralanmıştı. Pencerelerden birinde yarı açık tül perdeden içerisi seçilebiliyordu; İki kadın, zevkle döşenmiş küçük salonun ortasında ayakta bekliyorlardı. Aralarında en az otuz yaş fark olduğu söylenebilirdi. Genç olan arada saatine bakıyor, biraz sabırsızlanıyor fakat belli etmiyordu. Yaşlı kadın sinirli ve huzursuz görünüyordu; Yemek masasının etrafında dönüyor, arada sandalyeye oturuyor, tekrar kalkıyor, geziniyordu. Bazen parmaklarını ritmik olarak masaya vuruyor, daha sonra elindeki çantadaki bozuk paraları sayıyor ve tekrar aynı hareketleri tekrarlıyordu. 

Bir tanesi açık olan pencereden az sonra sesler gelmeye başladı. Önce yaşlı bayan konuşmaya başladı:
"Hani gezmeye gidecektik?" "Tamam annem, hani geçen gün de gittiğinde çok sevmiştin, Gündüz Yaşam Merkezi'ne gideceğiz. Şimdi gelip bizi alacaklar. Orada Cumhuriyet Bayramı kutlaması da yapılacak." Anne sabırsızlıkla masanın etrafında dolaştı. Sandalyeye oturdu, tekrar karar değiştirdi, kalktı. "Ben giyinmek istiyorum. Bu elbiseyle gidilmez, orada rezil olurum."
"Ama şimdi giyindik anneciğim. Hani geçen gün en şık bayan seçildiğinde de üstünde bu elbise vardı. Nasıl da mutlu olmuştun." "Gene en şık bayan seçecekler mi? Ama o gün herkes küpelerime bakıyordu. Ş imdi yok, bulamıyorum. Birisi aldı mutlaka... Acaba kim almış olabilir?

Aralarında kısa süreli bir sessizlik oldu. Sessizliği yaşlı bayan bozdu; "B en bu elbiseyle gitmek istemiyorum..."
"Tamam canım az sonra değiştiririz, seninle elbise seçeriz." Israr etmeyince rahatladı, sakinleşti. Sandalyeye çökercesine oturdu. Elinde sımsıkı tuttuğu beş lirayı tekrar özenle cüzdanına yerleştirdi ve sordu; "Saat kaç?" 
"Saat on anneciğim." "Benim uykum geldi, uyumak istiyorum." "Az önce konuştuk ya, Yaşam Merkezine gideceğiz, arkadaşlarınla buluşacaksın. Hani geçen gidişimizde "Burası aynı evim gibi, çok sevdiğim 'Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan' şarkısını bile dinledik" demiştin."  "Bugün boncuk dizme yarışı da var mı, gene şarkılar da olacak mı?" 

Saatlerin akrep ve yelkovanları en düşük hızda çalışıyorlardı sanki. Hafif bir esinti başlamıştı dışarıda. Anne mutfağa yöneldi, tekrar döndü;" Benim karnım acıktı, aç mı gideceğiz?" "Az önce yemekten kalktık canım, çok doyduğunu söylemiştin ya." "Ne yemek yedik??? Kafam çok karışık... Saat kaç??? Tuvalete gitmek istiyorum." Genç kadın sesini biraz yükseltti;" Saat onu geçiyor anneciğim. Az sonra bizi almaya gelecekler. Geçen gittiğimizde sen orayı çok sevmiştin, burası kimin dediğinde hepimizin demişlerdi"  "Kim gelecek, nereye gideceğiz, ne zaman gideceğiz?" 

Yaşlı bayan tekrar sandalyeye oturdu. Başını ellerinin arasına aldı, gözlerini kapattı. "Ne yapacağımı bilemiyorum. Kafamın içi karmakarışık. Yorgunum, sıkılıyorum... Tuvalete gitmek istiyorum. " Birlikte tuvalete gidip geldiler. Kızı mutfağa yöneldi. Bir bardak suyla iki tablet getirdi; "Hadi gitmeden ilaçlarını al canım."
Anne suyu içti, ilaçları el çabukluğuyla cebine koydu. Tam o sırada zil çaldı. "İşte geldiler hadi gidiyoruz"dedi kızı. Sorular ardı ardına geldi;" Kim geldi, nereye gidiyoruz, saat kaç oldu, tuvalet neredeydi...?"

Sorular, sorunlar sonsuza kadar uzayabilirdi. İnsan dediğimiz karmaşık yapı değişik zaman ve durumda çok farklı davranışlar sergileyebiliyor. İyilik hali, hastalık hali, insanı nasıl da değiştiriyor, başkalaştırıyor. Unutmak, hatırlamak, yeniden düşünmek, sorgulamak kendini, hayatı, hastalığı... 
Belki hayatı kolaylaştırmak gerek...Zor zamanlarında sevdiklerimizin yanında olabilmek, uzman kişilerden, yerlerden yardım alabilmek... Aslında işin özü bu değil mi?

Anne-kız kapıya yöneldiler; Çıkarken kapının yanındaki büyük boy aynasının önünde durdular. Genç bayan baştan ayağa kendini süzdü, yakasını düzeltti. Yaşlı bayan sadece bir göz attı. "Hadi"  dedi "hadi, çıkalım artık" Sesinde sanki yılların yorgunluğu vardı. Salonun kuytu bir köşesinde, gümüş bir çerçeve içinde, yıllar ötesinden sararmış fon kağıdıyla eski bir kadın fotoğrafı aynı anda aynaya yansıdı: Saçları özenle topuz yapılmış çok güzel bir kadın, sanki fotoğrafın içinden hüzünle gülümsüyordu...
Dışarıdaki saatler alışılmışın dışında bir hızla çalışıyorlardı . Yaşlı Yaşam Merkezine giden yolda araba da hızla ilerledi. Yağmur  çiselemeye başlamıştı... 



21 Eki 2013

GÖNLÜ VE BEYNİ GENÇ KALANLAR


Tepelerde ya da dağ yollarında koca kayaların arasından başını uzatmış bitkiler, yeşillikler görürsünüz. O cılız görüntüye rağmen kökleri öylesine güçlüdür ki, elinizle çekip koparmak isterseniz kolay kolay koparamazsınız. Bir şekilde oraya yerleşmiştir. İlacı, gübresi, bakımı yoktur. Yağmur sularıyla beslenir sadece. Yaşama direncidir onu ayakta tutan. Rüzgara, fırtınaya boyun eğmez. Bazen de yol genişletme çalışmalarında görürüz. Dev kayaların arasında, dinamitle patlatılmış yerlerde, kökleriyle açıkta kalmış, diğer yarısı kopmuş, yarım ağaç gövdeleri dikkat çeker. Sanki meydan okur o teknik güce. "Ben böyle de varım" der adeta. Direnir tüm gücüyle. Kökler öylesine güçlü tutunmuşlardır ki ağaç o koşullarda da yaşar. Herhangi bir biçimde sürdürür canlılığını...

İnsanoğlunun da ayakta kalma mücadelesi, tırnaklarıyla yaşama tutunma çabası aynı değil midir? Aynı şekilde kökler sağlam ise yıkım da çok kolay olmuyor. Bu yıldan gelecek yılları düşünüp hayal edebilenler, plan yapıp zamanını yönetenler, cesaretini, umudunu kaybetmeyenler, zorluklarla daha kolay mücadele ediyorlar. Yarınlara daha rahat, daha sağlıklı ulaşıyorlar. Beyin ve gönül durağanlık istemiyor.

Yüreği sevgiyle dolu olanlar, kendisiyle ve başkalarıyla barışık olanlar, huzurlu, sakin bir yaşamı, mutlu bir beraberliği olanlar, bir idealin peşinden gidenler, zevk aldığı, yetenekli olduğu işi yapanlar, genellikle gönlü ve beyni genç kalanlardan oluyorlar. Toplumun her alanında böyle insanlar önder oldular çevrelerine. Toplum onları  rol-model olarak benimsedi. Belki hiç karşılaşmadılar, hiç yüz yüze gelmediler ama adeta mıknatıs gibi çekim güçleri çekti insanları kendilerine:

Yaşamları boyunca ilerlemiş yaşlarına rağmen mücadeleyi elden bırakmadılar. Bedenleri yıpransa da beyinleri sağlam kaldı, yürekten sevdiler insanı, doğayı, sanatı... Bazen bir tarihçi; Turgut Özakman, bazen bir doktor; Türkan Saylan, bazen bir çevreci; Hayrettin Karaca, bir sümerolog; Muazzez İlmiye Çığ, bir müzik adamı;Nevit Kodallı, bir edebiyatçı; Yaşar Kemal, bir sanatçı, Yıldız Kenter, Tuncel Kurtiz... Ve daha adını sayamadıklarımız, unutamadıklarımız. Rahmetli olan ya da yaşayan, yaşlandıklarında dahi kendilerini yorgun hissetmeyip, enerjilerini dalga dalga çevrelerine yayanlar...

Bir de adını hiç duymadıklarımız, bilmediklerimiz var. Belki uzak bir dağ köyünde, küçük bir kentin kenar mahallesinde, adı duyulmamış bir kasabanın küçücük bir evinde, kırsal kesimde bir çiftlik evinde, sessiz sedasız sade, sakin bir yaşamı seçenler... Ama hep başkaları için çalışanlar, çevrelerini eğitmeye, yönlendirmeye kalkışanlar: Bazen bir  doktor, bir öğretmen, bir sağlık görevlisi, bir güvenlik görevlisi, ya da sade vatandaş, kendini eğitmiş, çevresine ışık saçan bir idealist. 

Adeta "yaşsız insanlar" bunlar. Saçları ağarsa, yüzleri buruşsa da , bazen iki büklüm yürüseler de, "yüreği, beyni sağlam insanlar". Köşesinde oturup dinlenmesi gereken zamanlarda dahi çalışmayı tercih eden, ayakta durmaya çalışan insanlar.Son dakikaya kadar bitmemiş işleri tamamlamakla geçiyor ömürleri. Çalışmak onları diri tutuyor adeta. Onurlular, eğilip bükülmüyorlar, gururlular, çıkarları için çaba harcamıyorlar. 

Bir yaşam süresince gönlü ve beyni genç kalan, vicdanı katılaşmayan, almadan verebilen, gazete manşetlerine değil, gönüllere taht kurmayı özleyen, kaç yaşında olursa olsun, eli öpülesi güzelim insanlar... Keşke bu insanlarımıza yaşarken gereken saygıyı, özeni gösterebilsek. Ve ölümlerinden sonra, yaptıklarından ders çıkarabilsek...



18 Eki 2013

FIRTINALI HAYATLAR...


"Öldürmeyen her yara insanı daha güçlü kılar."


Gün gelir bir fırtına eser yaşantınızda;
Birden altüst olur her şey
Dikili ağaçlar, dizilmiş taşlar yerle bir olur.
Gelip geçer sanırsınız,
Oysa sürer günler, yıllar boyu.
Ansızın bir kaza, bir hastalık, belki alzheimer,
Adını bile anmak istemezsiniz,
Ama o unutturur size adınızı bile...
Vurgun yemiş gibi olur insan,
Yıldırım çarpmışa döner bedeniniz;
Bazen beyin darbe alır, bazen yürek,bazen tüm vücut.
Her şey yerle bir olur;
Hayaller, umutlar, tüm birikimler.
Çiçekler tarumar olur,
Kuşlar hepten susar
Kedere ortak olur...
Anne, baba, eş, çocuklar, yakınlar
Herkes perişan olur.
Her şey altüst, adeta bir yangın yeri,
Geride kızgın küller kalır,
Eviniz, yuvanız bir virane olur. 
Hortum sonrası yıkıntı gibi,
Fırtına sonrası büyük sessizlik... 
Düşünce kalkmak gerek geride kalanlar için 
Ve sonra yaşamı sürdürmek, mücadele etmek. 
Gelir geçer her şey bazen delip de geçse de. 
Bir rüzgar eser hayatınızda, göz gözü görmez olur, 
Sonra güneş açar, izler kapanır, her yer pırıl pırıl
Yeniden güçlenerek dört elle sarılır insan hayata...

Makbule Abalı



12 Eki 2013

BAŞKALAŞAN HAYATLAR


ÖYKÜ

Şehre yaklaşık bir saat uzaklıkta küçük bir belde burası. Uzaktan dağlar görülüyor. Çevrede çam, katran, elma, şeftali, erik, ceviz ağaçları yeşilin her tonunu sergiliyor.Sabah kuşluk vakti. Sonbahar bütün haşmetiyle hüküm sürüyor. Bu mevsimde henüz soğuk yok, ama serin serin esen tatlı bir rüzgar var. Ağaçlarda yapraklar hafif hafif hışırdıyor. 

Tarihi çınarın altındaki kahvede birkaç masa dolu. Oturanlar oyun oynuyor, son meyve satışlarındaki karı, zararı konuşuyorlar. Köşedeki bir masada konuşulanlar farklı. 4-5 kişi heyecanla tartışıyorlar. 
"Ayşe Teyzeyi sabaha karşı gene tepenin başında bulmuşlar. Oturmuş, ağlıyormuş. Ölen babasını, eşini aradığını söylüyormuş. Oysa onlar öleli yıllar oldu."
"Bu kadıncağıza ne oldu da böyle değişti. Geçen gün evine gidenlere çay diyerek soğuk su ikram etmiş. Çayı soğuk suyla demlemiş. Bir gün de ocağı açık unutup bakkala gitmiş, az kalsın evde yangın çıkıyormuş". 

"Muhtar oğluyla konuşmuş, annesinin durumundan kaygılandıklarını dile getirmiş. O ise "yok annemde hiçbir şey, bazen ben de unutuyorum" demiş. Oysa durumu kabullense her şey daha kolaylaşacak." 
"Geçen gün topalak çorbasının içine bulgur yerine pirinç koymuş. Sonra da "bunun içine pirinçleri kim koydu diye komşularına çatmış. O Ayşe Teyze ki, düğün yemeklerinin baş danışmanıydı."
"Evinin önündeki çiçeklere gözü gibi bakardı. Oysa şimdilerde sulanmış, sulanmamış, umurunda bile değil. İçinde ot biten bir çiçeği soğan sanarak yemeğe kattığı bile söyleniyor. Bu aralar Ayşe Teyze efsane gibi oldu. Yaptıkları dilden dile dolaşıyor."

"İki gün önce de buzdolabının içindeki tüm yiyecekleri boşaltıp yerine giysilerini yerleştirmiş. Bu hastalık mı, bunamak mı, aklını kaçırmak mı, şaka mı, biz çözemedik."
"Sağlık Ocağındaki doktorumuz oğluna açıklamalı broşürler vermiş. Ayrıca mutlaka bir nörolog veya psikiyatriste gitmesini salık vermiş. Son zamanlarda onun da gözü korktu ki , yakında gideceklermiş."
"İlkokulu beraber okuduk. Sınıfın en akıllısı bu kadındı. Ne oldu böyle?"
"Geçenlerde televizyonda bir açıklama vardı; Yaşa bağlı bir hastalık bu, herkesin başına gelebilir. Zihnin yitirilmesi anlamına geliyormuş. Erken davranıp önlem almak lazım."

Rüzgar şiddetini arttırmıştı. Sonbahar ağırlığını hissettiriyordu artık. Belli ki "yaprak dökümü" insanlar arasında da sürüyordu. Dili, milleti, ülkesi ne olursa olsun, dünyanın her yerinde aynı hastalıklar farklı insanların kapısını çalıyor, hayatını bir başka yöne çekiyor, değiştiriyordu. Kahvedeki insanlar çaylarını tazelediler.Sıcak çay onları rahatlattı sanki. İçlerinde en yaşlı olan tekrar sözü aldı;
"Neyse ki komşuluk ilişkileri henüz bitmedi. Bir tas sıcak çorba, bir kap yöresel yemek dünyalara değer bazen. Bundan sonra kadınlarımız sık sık kapısını çalsınlar bari. O da zamanında hepimizin hastasına az mı koşturmuştu." 

"Yarın Bayram. Ayşe Teyze her bayramda komşularına tatlı yapar, dağıtırdı. "Şeker tadında geçsin günler, bayramlar. Hep ağız tadıyla, gönül huzuruyla yaşayın" derdi. 
"Şimdi hatırladım, çocuklara da içine lokum konmuş mendil verirdi. "Uzaklıkları yakın kılın. Beyinden beyine, yürekten yüreğe yol açın" derdi.
"O zaman yarını beklemek neden? Bu akşam biz de onun ziyaretine gidelim. Yalnız olmadığını anlasın. Geçmişteki güzel alışkanlıkları biz devam ettirelim. Çocuklarımıza da güzel bir ders olur, örnek oluruz."
"Bugün bana, yarın sana... Adı ne olursa olsun, ortak kaderi paylaşan insanların iş birliği, güç birliği hastalıkla mücadeleyi de kolaylaştıracaktır." 
"Eskiden insanlar savaşlara karşı mücadele ederlermiş. Oysa şimdi hastalıklar paylaşım bekliyor.Böylece insanın dayanma gücü de artacaktır elbette." 

Çaylar bir kez daha tazelendi. Hava daha da güzelleşmişti sanki. Rüzgar ılık ılık esiyor, öğle güneşinin ışıltısı masalara güzel bir aydınlık yayıyordu...


8 Eki 2013

ÇOCUKLARIN DÜNYASI

(Her yıl Ekim Ayının ilk Pazartesi Günü "Dünya Çocuk Günü" olarak kutlanıyor. Tüm dünya çocuklarının günü kutlu olsun.)


                                        ÇOCUKLARIN DÜNYASI

Çocuklar anlar birbirini;
Çocuk diliyle, çocukça, safça
Çocuk kalbiyle, çocuk gözüyle,
Bazen beden diliyle, sessizce, işaretle...
Ama her zaman dostça, kardeşçe, insanca,
Kırmadan, incitmeden,
Kırılmadan, gücenmeden.
Çocuklar anlar birbirini;
Dövüşmeden, savaşmadan,
Yaralamadan, berelenmeden,
Çarpışmadan, vuruşmadan,
Kansız, bıçaksız, silahsız.
Kızsa bile az sonra barışır,
Art niyetsiz öpüşüp kucaklaşır. 
Mal mülk davası olmaz,
Paraya gereksinim duymaz.
Elindekini- avucundakini paylaşır;
Yanı başındakiyle, en sevdiğiyle...
Kuşlar,balıklar, kelebekler, böceklerle konuşur,
Çiçekler, ağaçlar, hayvanlarla tanışır, selamlaşır, 
Dünyanın bütün dilleriyle,
Ya da kendi dilinde, kuş diliyle...
Yüreği kuşlar gibi hafif,
Dertsiz, tasasız, kuşlar gibi özgür.
Elinde uçurtması, sek sek taşları, bazen bez bebeği,
Oynar, zıplar,dans eder, selam verir dünya çocuklarına...
Tüm çocuklar bilir,
Çünkü, ancak çocuklar anlar birbirini...

Makbule ABALI


5 Eki 2013

YAŞ ALMAK ya da YAŞLANMAK...


Yunus Emre ömürden giden yılları ne güzel dile getirir:
"Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle gelir,
Sol göz yumup açmış gibi."

"1 Ekim Dünya Yaşlılar Günü" olarak anılıyor. Eylül ve Ekim ayları her yıl adeta yaprak dökümü gibi... Bu yıl da her yıl olduğu gibi ünlü, ünsüz pek çok insanı kaybettik. Yahya Kemal "Eylül Sonu" şiirinde şöyle seslenir:
"Günler kısaldı, Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...

Yaşlanmak ya da yaş almak insan olmanın gereği. Nasıl olduğunu çok da bilemeden, yıllar birbiri ardınca akıp geçiyor. Gün geliyor şaşırıp kalıyoruz geçen zamana. Geri getirilemeyecek o yıllarda güzel anlar, anılar çoğunluktaysa mutluluk, değilse mutsuzluk duyuyor insanoğlu. Her gün onu yaşayan kişiye özgü, her gün kişiye özel... "Önemli günler" insanı yeniden düşündürdüğü, pek çok şeyi yeniden hatırlattığı için güzel. Günler öylesine çok ki, günleri anlamlandırmak, yeni dersler çıkarmak kişinin elinde.

"Kırk yaş, gençliğin yaşlılığı, elli yaş, yaşlılığın gençliğidir." Victor Hugo böyle düşünüyor. Cahit Sıtkı Tarancı ise 46 yaşında yazdığı bir şiirinde şöyle sesleniyor:
"Neylersin ölüm herkesin başında,
Uyudun uyanamadın olacak,
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak, 
Taht misali o musalla taşında." 

Yaşlanmak ya da yaş almak, dünyaya bakışımızı da sergiliyor. "Yaşlanmak" yıpranmışlığı, çöküntüyü çağrıştırıyor. Oysa "yaş almak" daha olumlu, daha iyimser bir deyiş. Deneyim kazanmayı, olgunlaşmayı, değişimi vurguluyor. Ama sonuçta, yaş almak ya da yaşlanmak ikisi de hayatın belli bir döneminin artık geride kaldığını anlatıyor. Yaş almanın belirtilerinden biri belki de , eski alışkanlıklarından kolay kurtulamıyor insan. ..

Yıllardır süregelen bir alışkanlık; Benimsediğim şiirlerden, özdeyişlerden küçük defterlere notlar almışım. Onları zaman zaman karıştırma ihtiyacı duyarım,yeniden yararlanırım. Bir bakıma yıllar öncesine küçük anlamlı yolculuklar gibi... Oysa biliyorum ki şimdilerde internet derya gibi. Belki yeniden, yeniden düşünmek de istiyoruz. Montaigne yıllar öncesinde şöyle diyordu; "Yaşlanmanın, yüzümüzden çok aklımızda buruşukluklar yaratacağından korkarım."

Defterlerimin, kitaplarımın arasında benimsediğim fikirleriyle eski dostlarla yeniden karşılaşmak cana can katmak gibi. İnternet geçmişi; gençliğimizde okuduğumuz, notlar aldığımız, altı çizilmiş cümlelerle dolu o kitaplara ulaşamıyor ki... Oysa deftere, kitaba dokunabiliyor insan. Ve belki de o geriye dönüşler yeniden insanı eski kimliğiyle buluşturuyor, belleğini tazeliyor.

"Umutlarını ve hayallerini bırakarak bezginliğe kapılan insan artık yaşlanmıştır." John Barrymore.


30 Eyl 2013

AĞAÇLARIN FISILTISI


Kentlerde yaşayan çocuklar, ancak parklarda gördükleri baharda çiçek açan ağaçları tanıyorlar. Onların henüz tanışmadıkları öyle çok ağaç ve bitki var ki... Meyveleri yerken erik, şeftali hangi ağaçta yetişir, acaba bilirler mi? Portakalın kabuğunu soyarken nerede, nasıl yetişiyor, düşünebilirler mi? Ya da bu ağaçlar nasıl, ne zaman çiçek açar, çiçek nasıl meyveye dönüşür? O ağaçlar kaç yılda yetişir, nelerden etkilenir? Ağaçlar da ölür mü? Doğayla dost olmadan insanı tanımak, anlamak mümkün mü?

Eskiden okullarda "uygulama bahçeleri", tarım dersleri vardı. Oysa şimdilerde yeşile yabancı kuşaklar yetişiyor.Ağaçlarla dost olmak, onların sesine kulak vermek, dilinden anlamaya çalışmak... Aslında çok da zor değil; sevmek ve benimsemekle başlıyor her şey. Çocuk gözüyle dünyayı tanımak, beraberinde benimsemek ve korumak... Hepsi birbirine bağlı. Doğayla iç içe yaşayan çocuklar paylaşımı da daha kolay öğreniyor. Üretimin değerini bildiği için korumaya da daha yatkın oluyorlar. 


Ağaçsız, çiçeksiz, upuzun uzanan beton bir yol nasıl da ruhsuz gelir insana. Şekillendirilmiş taşlar belki bir fark yaratmıştır yolda. Ama yeter mi? Yeşile hasret yollar yaşanmışlık, canlılık ister. Yurdun dört bir yanında "korumaya alınmış" asırlık ağaçlar, yakın çevredeki okulların öğrencilerine tanıtılabilse keşke. Yüzlerce yıldır o ağaçlar neler görüp, neler yaşadı kim bilir? Çocukların hayal dünyası için paha biçilmez bir kaynak olur. 


Her ağacın ayrı bir dünyası vardır elbette. Sedir ya da diğer adıyla katran dağlarda, yaylalarda yüksek yerlerde olur. Sağlam gövdesiyle göklere uzanır. Yol yapımı veya çeşitli nedenlerle kesim yapıldığında boylu boyunca uzanışına ağıt yakar sanki diğer ağaçlar da....


İnsanlar gibi, her ağacın yerleşmek istediği yer ayrıdır. Daha çok güney sahillerimizde ve Ege'de görülen palmiye nasıl da onurlu bir ağaçtır. Dimdik uzanır gökyüzüne. Kökleriyle ayrılmaz bir biçimde tutunmuştur toprağa. Toprağa derin bir çukur açılarak aynı yörede başka bir yere yeniden dikimi yapılabiliyor. 
Palmiyenin bir cinsi meyve veren bir ağaçtır. Mevsiminde salkım salkım hurmalar süsler gövdesini. Genç, küçük palmiyeler arasında nasıl da görkemli duruşları vardır. 


Vişne, kiraz, şeftali, elma... Meyve vermeye hazırlanırken açtıkları çiçekler nasıl da güzel, nasıl da narindir. Yağmurdan, doludan, kardan kurtulabilen çiçekler zamanı gelince meyveye dönüşecek, olgunlaşacaktır. Cevizin yararları anlatmakla bitmez. Kabuğu, yaprakları, meyvesi... her derde devadır. Görkemli görünümü, geniş gölgesi, sağlam dallarıyla adeta "ben farklıyım" der, başkalığını hissettirir. Bazen üzümle dost olur, bazen bir başka ağaçla Ama genellikle esas yer cevize aittir.

Saksıda dar yerde, ya da bahçede bol toprakta yetişen çiçek ya da ağaçlar farklı olur elbette. İnsanlar gibi çiçekler, ağaçlar da nefes almak, ferahlamak isterler. Evlerde saksıda özenle büyütülmeye çalışılan kauçuk, verimli toprağı görünce nasıl da coşar, güneşi yakalamaya çalışan bir ağaç olur adeta. 


Ağaçlar kimi zaman gölgesini, kimi zaman meyvesini, kimi zaman yeşilliğini, tazeliğini sunar insanlara. Bir ağacın altında boş bir kanepe nasıl da çağırır insanı. Kısacık bir öğle arası uykusu, ya da dostça bir söyleşi, biraz düş kurma... Ağaçlar her zaman dostturlar insana. Kendileri sessizdir ama sesli düşünmeyi çabuklaştırırlar. Sessizliğin sesini dinlersiniz kimi ağacın altında...
Ne güzel demişler:
"İnsanlar ağaçlardan ders almalıdırlar.
Ne üzerinde barınan kuşların,
Ne gölgesinde yatan insanların,
Ne de verdikleri yemişlerin hesabını tutarlar." 




21 Eyl 2013

BİR ALZHEİMER HASTASIYLA KOMŞU OLMAK...



"21 Eylül Dünya Alzheimer Günü'nde" tüm Alzheimer hastaları ve hasta yakınlarını saygıyla anarak,sonsuz dayanma gücü dileyerek...

ÖYKÜ
Etrafı son bir kez gözden geçirdi. Yastıkların yerini yeniden değiştirdi. "Renkleri uymadı" dedi, gene o tarafa yöneldi. Ayağı tökezledi. Tam düşmek üzereyken koltuğa tutundu. "Çocuklar artık yaşlandın anne diyorlar, galiba gerçekten yaşlandım." diye söylendi. "Yarın temizlikçi bayan gelecek, oysa hiç istemiyorum" diye düşündü. "Geçen gelişinde temizlik yaparken halının altına sakladığım paraları da buldu. Ne zamandır paralarım eksik çıkıyor, kuşkulanıyordum. Emekli maaşım da aldığım gün tükendi."

Bu arada çalan kapı ziline koşturdu. Marketteki çocuk siparişleri getirmişti; 3 ekmek (oysa evde 1 kişiydi) bulaşık deterjanı, çamaşır deterjanı, yumuşatıcı. Çamaşır deterjanını özenle buzdolabına yerleştirdi. Mutfakta bulaşık deterjanının yerini arandı. Aynı deterjandan daha önce de alınmış, üç tane deterjan ardı ardına dizilmişti. "Bu kadın nasıl da israfı seviyor, her şeyin yerini de karıştırıyor" diyerek öfkeyle kendi kendine konuştu. Bulaşık deterjanlarından birini aldı, dikkatle ekmek kutusunun içine yerleştirdi. Etrafına bakındı, iş bitirmenin hazzıyla gülümsedi. 

Ansızın çalan zille irkildi; Telefona yöneldi, açtı... ses yoktu. Zil tekrar çaldı. Birden kapıyı akıl etti.Ağır adımlarla gitti, açtı. Gelen yan dairedeki genç komşusuydu. "Nasılsın Fatma Teyze, bir ihtiyacın var mı?"Fatma Hanım yalnız yaşayanların konuşma tutkusuyla söze başladı: "Yorgunum yavrum, çok yorgunum. Kafam karmakarışık. Ne yediğimi, ne içtiğimi hatırlamıyorum. Bankada telefonumu sordular, bilemedim. Ben artık eski ben değilim. Ne oldu bana bilemiyorum. Evden çıkmak istemiyorum. Kaybolmaktan korkuyorum.Kızım"artık yalnız yaşayamazsın anne" diyor. Oysa ben kendi evimde olmak istiyorum. Kesik kesik anlatıyordu. Durdu, soluklandı. "Sana elimle köpüklü bir kahve yapayım hanım kızım." Mutfağa doğru uzaklaştı.

Mutfaktan tabak kaşık sesleri geldi önce. Sürekli akan su sesi duyuldu sonra. 10 dakika sonra tepside iki dolu kahve fincanıyla Fatma Hanım belirdi mutfak kapısında. Gülümsüyordu... "Ne güzel kahvemi senin elinden içeceğim, mis gibi de kokuyor" dedi komşusu.  Ancak kahvesinden bir yudum almasıyla püskürtmesi bir oldu. Öksürmeye başladı... "Fatma Teyzecim şeker yerine tuz koymuşsun." Fatma Hanım suçlu çocuklar gibi başını önüne eğdi, "Yapamadım değil mi... gene yapamadım... Gözlerinden aşağı yaşlar süzülüyordu. 

"Fatma Teyzecim ben zamanında senin çok güzel kahvelerini içtim, bugün içmesek de olur. Hem sen bana o nefis tarçınlı kurabiyelerinden de yaparsın" Fatma Hanım'ın kısık sesi belli belirsiz duyuldu; "Ah canım kızım, tarifleri de hatırlamıyorum artık. Geçenlerde bir tepsi kurabiyeyi yaktım. Amcan sağken böyle değildim. Onun sevgisi beni koruyordu sanırım. Şimdi neredeyse adımı sorsalar bilemeyeceğim. Geçen gün dolma yaptım, içine pirinç koymayı unutmuşum. Eskiden yarım saatte yaptığım işi şimdi iki saatte zor bitiriyorum. 

İkisi de tekrar oturdular. Uzun bir sessizlik arası oldu... Birden içerideki çamaşır makinesinin çamaşırı sıkma sesi duyuldu. "Ah unutmuştum" dedi Fatma Hanım. "Sabah kalktığımda makineyi çalıştırmıştım, az sonra biter. Güneş batmadan çamaşırları asmak gerek." Birlikte makineye yöneldiler... "Ama bu en kısa program Fatma Teyze. Program bitince bir daha, bir daha aynı programda yıkama yaptırmışsın." Fatma Hanım sustu.... Sanki o sessizliğe inat, çamaşır makinesi tüm gücüyle, tüm hızıyla çalışmaya devam etti. ..
Yılların yorgunu Fatma Teyze oturduğu koltukta kısa süreli bir gündüz uykusuna daldı. Kim bilir uyandığında, (eski zaman terbiyesiyle) komşusunun yanında uyuyakaldığı için ne kadar utanç duyacaktı. .

Genç kadın evden hemen ayrılamadı. O da çökercesine bir koltuğa oturdu. Düşünceler sonsuz bir hızla beyninden akıp geçiyordu: Makineler programlanıyor, istenen aklıkta, istenen parlaklıkta, istenen miktarda çamaşırı istenen sürede yıkayabiliyor. Oysa insan hayatı... Hayat başlangıçta nasıl başlıyor, nasıl sürüyor ve nasıl bitiyor. Yitirdiğimiz, geri getiremediğimiz ne çok şey var. Günler, aylar, yıllar birbiri ardınca geçiyor. Planlanmış, programlanmış hayatlar alzheimer'la parçalanmış hayatlara dönüşüyor. Alzheimer insan ömründen ne kadar sürede neler çalıyor, neleri, kimleri unutturuyor, nasıl bir tahribat yaratıyor ? Alzheimer, eski güzel, sağlıklı insanlara, yaşanmış muhteşem hayatlara hükmediyor... Ve ne yazık, henüz tedavi şansı yok...
........................
Çamaşır makinesi durmuştu. Genç kadın makineyi kapattı. Yaşlı kadını rahatsız etmemek için ayaklarının ucuna basarak sokak kapısını açtı, kendi dairesine geçti. Hayat tüm hızıyla devam ediyordu...

15 Eyl 2013

ZİLLER ÇALARKEN



Yarın okullar açılıyor. Ziller yeniden çalmaya başlayacak. Uzun bir tatilin ardından okul yoluna dönüş heyecanı başladı. Geçen yılın ardından bir üst sınıfa devam edecekler var. Ama bir de bu yıl okula ilk kez adım atacaklar var. Henüz öylesine küçükler ki... Onlar için bir belirsizlikler yumağı, bir bilinmezler dünyası. İlk hafta onlar için "uyum haftası" olarak belirlendi. 

Okul... kocaman yeni bir dünya. Evinden uzakta, hiç tanımadığı kişiler, yeni arkadaşlar, bilinmeyen kurallar... Herkesin anlattığı bir şeyler var ama, henüz parçalar yerli yerinde oturmamış. Kafada yüzlerce soru işareti, yüzlerce cevapsız soru. Bu yıl okula başlayacaklar, geçen yılkilerden daha şanslılar. Onlar 60 aylıkken, 5 yaşındayken okula başlamışlardı. Bu yıl alınan kararlar daha esnek. Çocuklar 69 aylıkken (5 yaş 9 ay) öğrenim yaşantılarına başlayacaklar. O yaştaki çocuklarda birkaç ay bile bilgi ve beceride öylesine fark yaratıyor ki.

Küçük kas becerisi, kalemi kullanabilme, dil gelişimi, sosyal gelişim, sayısal beceriler... Çocukların bireysel ayrılıklarına göre; becerilerde, yeteneklerde, davranışlarda çok büyük farklılıklar sergilenebilir. Çocukların sosyo-ekonomik durumlarına göre veya çeşitli nedenlerle okul öncesi eğitimden yararlanamamış olmaları okula uyumu daha da güçleştirecektir. Kurallar dünyası çocuğun minicik kafasında tam bir karmaşa yaratabilir. Her şey 1. sınıf öğretmeninin sevgisi, sabrı ve ustalığıyla yavaş yavaş düzene girecektir. 

Elbette ilköğretim 1. sınıf öğretmeni çeşitli sorulara hazırlıklı olacaktır;
"Öğretmenim, zil ne zaman çalacak?"
"Öğretmenim, kalemim kırıldı ne yapayım?"
"Öğretmenim, zil ne zaman çalacak?"
"Öğretmenim sizi öpebilir miyim?"
Bazen "öğretmenim" sözcüğü de değişime uğrayabilir;
"Örtmenim çişim geldi."
"Ö-ret-meenim ben çok sıkıldım, ne zaman eve gitcez?"

İlkokul öğretmeninin adını unutmayan, davranışlarından büyük ölçüde etkilenmiş ne çok kişi vardır aramızda. Madalyonun diğer yüzünde adını bile hatırlamayanlar, davranışlarından olumsuz etkilenenler, hala o izleri taşıyanlar... Sevmiş ve benimsemişse çocuk için "öğretmen" her şeydir. Bu konuda anne babasını karşısına alabilir: "Siz bilmiyorsunuz, öğretmenim böyle söyledi, en doğrusunu o bilir."

Her şeyin ilki zordur; zaman ve sabır ister, yorucudur, emek harcamak gerekir. Ama hangi iş kolaydır ki? Zoru başarmak; hayatta bir basamak atlamaktır, mutluluktur, yaşama bir tutam güzellik katmaktır. Öğretim başladıktan belli bir süre sonra okuma yazmaya geçen çocukların yüzlerindeki tebessüm, gözlerindeki parıltı hiçbir şeyle ölçülemez. "Masal dinleyiciler" "masal anlatıcılar" olacaktır artık. 

Zil seslerini unutmuştuk. Yarın özlediğimiz ziller yeniden çalacak. Heyecanla, umutla bize pek çok şeyi yeniden hatırlatarak, yeniden düşündürecek. Çocuklar yarın okula hangi kıyafetlerle gidecekler? Önce "isteyen istediği kıyafetle gidecek" dendi, sonra bazı okullar formaya karar verdi. Çocuklar, veliler kime, neye, nasıl inanacaklar? Önlerinde uzanan uzun ilköğretim yıllarında hangi kararlar değişecek veya değişmeden uygulanabilecek?

Okullar açık olduğu sürece ziller beynimizde yankılanmaya devam edecek. Yarınlar için, çocuklar ve gençler için, eğitim-öğretimde daha iyiye ulaşmak için, zilleri var gücümüzle takip edeceğiz. Çalan okul zilleri yüreklerimizin bam telini hep titretecek.