Bu Blogda Ara

30 Eyl 2013

AĞAÇLARIN FISILTISI


Kentlerde yaşayan çocuklar, ancak parklarda gördükleri baharda çiçek açan ağaçları tanıyorlar. Onların henüz tanışmadıkları öyle çok ağaç ve bitki var ki... Meyveleri yerken erik, şeftali hangi ağaçta yetişir, acaba bilirler mi? Portakalın kabuğunu soyarken nerede, nasıl yetişiyor, düşünebilirler mi? Ya da bu ağaçlar nasıl, ne zaman çiçek açar, çiçek nasıl meyveye dönüşür? O ağaçlar kaç yılda yetişir, nelerden etkilenir? Ağaçlar da ölür mü? Doğayla dost olmadan insanı tanımak, anlamak mümkün mü?

Eskiden okullarda "uygulama bahçeleri", tarım dersleri vardı. Oysa şimdilerde yeşile yabancı kuşaklar yetişiyor.Ağaçlarla dost olmak, onların sesine kulak vermek, dilinden anlamaya çalışmak... Aslında çok da zor değil; sevmek ve benimsemekle başlıyor her şey. Çocuk gözüyle dünyayı tanımak, beraberinde benimsemek ve korumak... Hepsi birbirine bağlı. Doğayla iç içe yaşayan çocuklar paylaşımı da daha kolay öğreniyor. Üretimin değerini bildiği için korumaya da daha yatkın oluyorlar. 


Ağaçsız, çiçeksiz, upuzun uzanan beton bir yol nasıl da ruhsuz gelir insana. Şekillendirilmiş taşlar belki bir fark yaratmıştır yolda. Ama yeter mi? Yeşile hasret yollar yaşanmışlık, canlılık ister. Yurdun dört bir yanında "korumaya alınmış" asırlık ağaçlar, yakın çevredeki okulların öğrencilerine tanıtılabilse keşke. Yüzlerce yıldır o ağaçlar neler görüp, neler yaşadı kim bilir? Çocukların hayal dünyası için paha biçilmez bir kaynak olur. 


Her ağacın ayrı bir dünyası vardır elbette. Sedir ya da diğer adıyla katran dağlarda, yaylalarda yüksek yerlerde olur. Sağlam gövdesiyle göklere uzanır. Yol yapımı veya çeşitli nedenlerle kesim yapıldığında boylu boyunca uzanışına ağıt yakar sanki diğer ağaçlar da....


İnsanlar gibi, her ağacın yerleşmek istediği yer ayrıdır. Daha çok güney sahillerimizde ve Ege'de görülen palmiye nasıl da onurlu bir ağaçtır. Dimdik uzanır gökyüzüne. Kökleriyle ayrılmaz bir biçimde tutunmuştur toprağa. Toprağa derin bir çukur açılarak aynı yörede başka bir yere yeniden dikimi yapılabiliyor. 
Palmiyenin bir cinsi meyve veren bir ağaçtır. Mevsiminde salkım salkım hurmalar süsler gövdesini. Genç, küçük palmiyeler arasında nasıl da görkemli duruşları vardır. 


Vişne, kiraz, şeftali, elma... Meyve vermeye hazırlanırken açtıkları çiçekler nasıl da güzel, nasıl da narindir. Yağmurdan, doludan, kardan kurtulabilen çiçekler zamanı gelince meyveye dönüşecek, olgunlaşacaktır. Cevizin yararları anlatmakla bitmez. Kabuğu, yaprakları, meyvesi... her derde devadır. Görkemli görünümü, geniş gölgesi, sağlam dallarıyla adeta "ben farklıyım" der, başkalığını hissettirir. Bazen üzümle dost olur, bazen bir başka ağaçla Ama genellikle esas yer cevize aittir.

Saksıda dar yerde, ya da bahçede bol toprakta yetişen çiçek ya da ağaçlar farklı olur elbette. İnsanlar gibi çiçekler, ağaçlar da nefes almak, ferahlamak isterler. Evlerde saksıda özenle büyütülmeye çalışılan kauçuk, verimli toprağı görünce nasıl da coşar, güneşi yakalamaya çalışan bir ağaç olur adeta. 


Ağaçlar kimi zaman gölgesini, kimi zaman meyvesini, kimi zaman yeşilliğini, tazeliğini sunar insanlara. Bir ağacın altında boş bir kanepe nasıl da çağırır insanı. Kısacık bir öğle arası uykusu, ya da dostça bir söyleşi, biraz düş kurma... Ağaçlar her zaman dostturlar insana. Kendileri sessizdir ama sesli düşünmeyi çabuklaştırırlar. Sessizliğin sesini dinlersiniz kimi ağacın altında...
Ne güzel demişler:
"İnsanlar ağaçlardan ders almalıdırlar.
Ne üzerinde barınan kuşların,
Ne gölgesinde yatan insanların,
Ne de verdikleri yemişlerin hesabını tutarlar." 




21 Eyl 2013

BİR ALZHEİMER HASTASIYLA KOMŞU OLMAK...



"21 Eylül Dünya Alzheimer Günü'nde" tüm Alzheimer hastaları ve hasta yakınlarını saygıyla anarak,sonsuz dayanma gücü dileyerek...

ÖYKÜ
Etrafı son bir kez gözden geçirdi. Yastıkların yerini yeniden değiştirdi. "Renkleri uymadı" dedi, gene o tarafa yöneldi. Ayağı tökezledi. Tam düşmek üzereyken koltuğa tutundu. "Çocuklar artık yaşlandın anne diyorlar, galiba gerçekten yaşlandım." diye söylendi. "Yarın temizlikçi bayan gelecek, oysa hiç istemiyorum" diye düşündü. "Geçen gelişinde temizlik yaparken halının altına sakladığım paraları da buldu. Ne zamandır paralarım eksik çıkıyor, kuşkulanıyordum. Emekli maaşım da aldığım gün tükendi."

Bu arada çalan kapı ziline koşturdu. Marketteki çocuk siparişleri getirmişti; 3 ekmek (oysa evde 1 kişiydi) bulaşık deterjanı, çamaşır deterjanı, yumuşatıcı. Çamaşır deterjanını özenle buzdolabına yerleştirdi. Mutfakta bulaşık deterjanının yerini arandı. Aynı deterjandan daha önce de alınmış, üç tane deterjan ardı ardına dizilmişti. "Bu kadın nasıl da israfı seviyor, her şeyin yerini de karıştırıyor" diyerek öfkeyle kendi kendine konuştu. Bulaşık deterjanlarından birini aldı, dikkatle ekmek kutusunun içine yerleştirdi. Etrafına bakındı, iş bitirmenin hazzıyla gülümsedi. 

Ansızın çalan zille irkildi; Telefona yöneldi, açtı... ses yoktu. Zil tekrar çaldı. Birden kapıyı akıl etti.Ağır adımlarla gitti, açtı. Gelen yan dairedeki genç komşusuydu. "Nasılsın Fatma Teyze, bir ihtiyacın var mı?"Fatma Hanım yalnız yaşayanların konuşma tutkusuyla söze başladı: "Yorgunum yavrum, çok yorgunum. Kafam karmakarışık. Ne yediğimi, ne içtiğimi hatırlamıyorum. Bankada telefonumu sordular, bilemedim. Ben artık eski ben değilim. Ne oldu bana bilemiyorum. Evden çıkmak istemiyorum. Kaybolmaktan korkuyorum.Kızım"artık yalnız yaşayamazsın anne" diyor. Oysa ben kendi evimde olmak istiyorum. Kesik kesik anlatıyordu. Durdu, soluklandı. "Sana elimle köpüklü bir kahve yapayım hanım kızım." Mutfağa doğru uzaklaştı.

Mutfaktan tabak kaşık sesleri geldi önce. Sürekli akan su sesi duyuldu sonra. 10 dakika sonra tepside iki dolu kahve fincanıyla Fatma Hanım belirdi mutfak kapısında. Gülümsüyordu... "Ne güzel kahvemi senin elinden içeceğim, mis gibi de kokuyor" dedi komşusu.  Ancak kahvesinden bir yudum almasıyla püskürtmesi bir oldu. Öksürmeye başladı... "Fatma Teyzecim şeker yerine tuz koymuşsun." Fatma Hanım suçlu çocuklar gibi başını önüne eğdi, "Yapamadım değil mi... gene yapamadım... Gözlerinden aşağı yaşlar süzülüyordu. 

"Fatma Teyzecim ben zamanında senin çok güzel kahvelerini içtim, bugün içmesek de olur. Hem sen bana o nefis tarçınlı kurabiyelerinden de yaparsın" Fatma Hanım'ın kısık sesi belli belirsiz duyuldu; "Ah canım kızım, tarifleri de hatırlamıyorum artık. Geçenlerde bir tepsi kurabiyeyi yaktım. Amcan sağken böyle değildim. Onun sevgisi beni koruyordu sanırım. Şimdi neredeyse adımı sorsalar bilemeyeceğim. Geçen gün dolma yaptım, içine pirinç koymayı unutmuşum. Eskiden yarım saatte yaptığım işi şimdi iki saatte zor bitiriyorum. 

İkisi de tekrar oturdular. Uzun bir sessizlik arası oldu... Birden içerideki çamaşır makinesinin çamaşırı sıkma sesi duyuldu. "Ah unutmuştum" dedi Fatma Hanım. "Sabah kalktığımda makineyi çalıştırmıştım, az sonra biter. Güneş batmadan çamaşırları asmak gerek." Birlikte makineye yöneldiler... "Ama bu en kısa program Fatma Teyze. Program bitince bir daha, bir daha aynı programda yıkama yaptırmışsın." Fatma Hanım sustu.... Sanki o sessizliğe inat, çamaşır makinesi tüm gücüyle, tüm hızıyla çalışmaya devam etti. ..
Yılların yorgunu Fatma Teyze oturduğu koltukta kısa süreli bir gündüz uykusuna daldı. Kim bilir uyandığında, (eski zaman terbiyesiyle) komşusunun yanında uyuyakaldığı için ne kadar utanç duyacaktı. .

Genç kadın evden hemen ayrılamadı. O da çökercesine bir koltuğa oturdu. Düşünceler sonsuz bir hızla beyninden akıp geçiyordu: Makineler programlanıyor, istenen aklıkta, istenen parlaklıkta, istenen miktarda çamaşırı istenen sürede yıkayabiliyor. Oysa insan hayatı... Hayat başlangıçta nasıl başlıyor, nasıl sürüyor ve nasıl bitiyor. Yitirdiğimiz, geri getiremediğimiz ne çok şey var. Günler, aylar, yıllar birbiri ardınca geçiyor. Planlanmış, programlanmış hayatlar alzheimer'la parçalanmış hayatlara dönüşüyor. Alzheimer insan ömründen ne kadar sürede neler çalıyor, neleri, kimleri unutturuyor, nasıl bir tahribat yaratıyor ? Alzheimer, eski güzel, sağlıklı insanlara, yaşanmış muhteşem hayatlara hükmediyor... Ve ne yazık, henüz tedavi şansı yok...
........................
Çamaşır makinesi durmuştu. Genç kadın makineyi kapattı. Yaşlı kadını rahatsız etmemek için ayaklarının ucuna basarak sokak kapısını açtı, kendi dairesine geçti. Hayat tüm hızıyla devam ediyordu...

15 Eyl 2013

ZİLLER ÇALARKEN



Yarın okullar açılıyor. Ziller yeniden çalmaya başlayacak. Uzun bir tatilin ardından okul yoluna dönüş heyecanı başladı. Geçen yılın ardından bir üst sınıfa devam edecekler var. Ama bir de bu yıl okula ilk kez adım atacaklar var. Henüz öylesine küçükler ki... Onlar için bir belirsizlikler yumağı, bir bilinmezler dünyası. İlk hafta onlar için "uyum haftası" olarak belirlendi. 

Okul... kocaman yeni bir dünya. Evinden uzakta, hiç tanımadığı kişiler, yeni arkadaşlar, bilinmeyen kurallar... Herkesin anlattığı bir şeyler var ama, henüz parçalar yerli yerinde oturmamış. Kafada yüzlerce soru işareti, yüzlerce cevapsız soru. Bu yıl okula başlayacaklar, geçen yılkilerden daha şanslılar. Onlar 60 aylıkken, 5 yaşındayken okula başlamışlardı. Bu yıl alınan kararlar daha esnek. Çocuklar 69 aylıkken (5 yaş 9 ay) öğrenim yaşantılarına başlayacaklar. O yaştaki çocuklarda birkaç ay bile bilgi ve beceride öylesine fark yaratıyor ki.

Küçük kas becerisi, kalemi kullanabilme, dil gelişimi, sosyal gelişim, sayısal beceriler... Çocukların bireysel ayrılıklarına göre; becerilerde, yeteneklerde, davranışlarda çok büyük farklılıklar sergilenebilir. Çocukların sosyo-ekonomik durumlarına göre veya çeşitli nedenlerle okul öncesi eğitimden yararlanamamış olmaları okula uyumu daha da güçleştirecektir. Kurallar dünyası çocuğun minicik kafasında tam bir karmaşa yaratabilir. Her şey 1. sınıf öğretmeninin sevgisi, sabrı ve ustalığıyla yavaş yavaş düzene girecektir. 

Elbette ilköğretim 1. sınıf öğretmeni çeşitli sorulara hazırlıklı olacaktır;
"Öğretmenim, zil ne zaman çalacak?"
"Öğretmenim, kalemim kırıldı ne yapayım?"
"Öğretmenim, zil ne zaman çalacak?"
"Öğretmenim sizi öpebilir miyim?"
Bazen "öğretmenim" sözcüğü de değişime uğrayabilir;
"Örtmenim çişim geldi."
"Ö-ret-meenim ben çok sıkıldım, ne zaman eve gitcez?"

İlkokul öğretmeninin adını unutmayan, davranışlarından büyük ölçüde etkilenmiş ne çok kişi vardır aramızda. Madalyonun diğer yüzünde adını bile hatırlamayanlar, davranışlarından olumsuz etkilenenler, hala o izleri taşıyanlar... Sevmiş ve benimsemişse çocuk için "öğretmen" her şeydir. Bu konuda anne babasını karşısına alabilir: "Siz bilmiyorsunuz, öğretmenim böyle söyledi, en doğrusunu o bilir."

Her şeyin ilki zordur; zaman ve sabır ister, yorucudur, emek harcamak gerekir. Ama hangi iş kolaydır ki? Zoru başarmak; hayatta bir basamak atlamaktır, mutluluktur, yaşama bir tutam güzellik katmaktır. Öğretim başladıktan belli bir süre sonra okuma yazmaya geçen çocukların yüzlerindeki tebessüm, gözlerindeki parıltı hiçbir şeyle ölçülemez. "Masal dinleyiciler" "masal anlatıcılar" olacaktır artık. 

Zil seslerini unutmuştuk. Yarın özlediğimiz ziller yeniden çalacak. Heyecanla, umutla bize pek çok şeyi yeniden hatırlatarak, yeniden düşündürecek. Çocuklar yarın okula hangi kıyafetlerle gidecekler? Önce "isteyen istediği kıyafetle gidecek" dendi, sonra bazı okullar formaya karar verdi. Çocuklar, veliler kime, neye, nasıl inanacaklar? Önlerinde uzanan uzun ilköğretim yıllarında hangi kararlar değişecek veya değişmeden uygulanabilecek?

Okullar açık olduğu sürece ziller beynimizde yankılanmaya devam edecek. Yarınlar için, çocuklar ve gençler için, eğitim-öğretimde daha iyiye ulaşmak için, zilleri var gücümüzle takip edeceğiz. Çalan okul zilleri yüreklerimizin bam telini hep titretecek. 

6 Eyl 2013

YAZA VEDA


Eskiden ilkokullarda sınıf öğretmenlerinin özenle hazırladıkları mevsim şeritlerinde de belirtilirdi. Haziran, Temmuz, Ağustos/Yaz. Eylül, Ekim, Kasım/Sonbahar. Çocuklar o resimlere bakar, ritmik olarak sayarlardı.
Bir yaz daha geçip gitti. Sonbaharın ilk günlerini yaşıyoruz. Henüz çok belirgin olmasa da; değişen hava, esen rüzgarlar,yağan yağmurlar, fark edilen küçük telaşlar, yapılan hazırlıklar... Yaza veda ederken sonbaharı karşılamaya hazırlanıyoruz.

Yaz ne kadar hareketlilik, heyecan, coşku, sevinç ifade ederse, sonbahar tam tersi, hüzün, sessizlik, sakinlik, durgunluk içeriyor. Bir değişimi, başkalaşımı vurguluyor. Belki sonbahar,  insanın yazdan sonra adeta yeniden kabuk değiştirmesidir. Bir karar verme, düşünme sürecidir. Yeni başlangıçlara bir kapı aralamaktır. Artık tatil bitmiştir, göreve dönüş zamanı, bir sorumluluk üstlenmedir. Öğrenciler için okula dönüş zamanıdır. Benzetmek gerekirse; ilkbahar umutları yeşertme zamanı ise, sonbahar umuda yolculuk zamanıdır. Sonbahar içinde hüzün barındırır ama aynı zamanda farklı bir tat, farklı bir arayıştır. Rengarenk çiçekler nasıl yazın simgesi ise, sararmış yapraklar, solmuş bitkiler de sonbaharı vurgular. 

Yazın bitişi, sonbaharın gelişi en çok yaylalarda ve sayfiye yerlerinde hissedilir. Yazın sıcaklarından, alışılagelmiş yaşamlarından kaçan kent insanları birkaç aylığına yaylaları doldurmuşlardır. Geçici olarak nüfus artmış, alışveriş çoğalmış,sosyal ilişkiler zenginleşmiştir. Tatilciler için "dinlenme zamanı", belde halkı için çoğu kez "iş zamanıdır": Ağaçlar ilaçlanacak, aşılar yapılacak, meyveler toplanacak, hayvanlara bakım yapılıp ot toplanacaktır. Kışlık ürünler de bu mevsimde hazırlanır; Domates, biber salçası, reçel, marmelat, erişte, tarhana, kurutulmuş meyveler, yazdan sonbahara güçlü bir geçişin ön hazırlıklarıdır.

Yayla halkı için" tatil zamanı" kış mevsimidir, Yoğun kar hayatı durdurduğunda, yazın yorulan bedenler dinlenecektir artık. Köylerde, beldelerde hayat daha sade, daha yalındır. İnsan teninin toprakla teması, sadece bedene değil, ruha da iyi gelir. Hayatın renkleri kişinin beklentilerine göre değişir. Büyük kentlerdeki insanların değişik nedenler dışında bazen tükenmişlik sendromu ya da bıkkınlık, yorgunluk, usanma sonucunda kaçtıkları küçük yerlerdeki insanlar da onların iç yüzünü bilmedikleri yaşamlarına özenirler belki de... Başkalarının hayatı kimilerine ilginç gelir sırlarıyla, bilinmeyenleriyle.

Yaylalar, sayfiye yerleri "mevsimlik" geçici konuklarını yolcu ettikten sonra tekrar alışılagelmiş eski düzenlerine dönerler. Hayat normale dönmüştür artık. Kimisi için kazançlar, kimisi için kayıplar söz konusudur bu geçici gidiş gelişlerde. Karşılıklı bir kültür etkileşimi de inkar edilemez elbette bu geçici konaklamalarda. Organik ürünler, katıksız gıdalar, doğal yöntemler... Yeniden , yeniden gündeme gelecektir. 

Yeni bir döneme kadar küçük değişikliklerle sesler ve görüntüler yazın bitip sonbaharın geldiğini vurgular: Boşalan evler, insansız sokaklar, birikmiş çöpler, etiketlerde düşen fiyatlar... Sahipleri tarafından terk edilen kedi ve köpeklerin çaresiz yakarışları... Uzaklardan belli belirsiz duyulan bu yılın modası yeni sesler, yeni şarkılar...Ağaçların sararan yaprakları düşerken ansızın bastıran güz yağmurları, sanki bütün kiri, pası temizlemeye çalışmaktadır. 

Mevsimsel geçişler hep bir "uyum sürecini" zorunlu kılmaz mı? Kişinin daha güçlü, daha zinde ve istekli olması, bu uyumu da kolaylaştıracaktır elbette. Uzun bir yaza "veda" ederken sonbahara "merhaba" demek, eski bildik bir dostla yeniden karşılaşmak gibi...