Bu Blogda Ara

28 Oca 2014

EĞİTİMDE ARAYIŞLARIMIZ...


Öğrenciler yarıyıl tatiline girdiler. Farklı duygular yaşıyorlar; mutlu, mutsuz, sakin, heyecanlı, umutlu, umutsuz..." Gelecekten ne bekliyorsunuz?"  gibi zor bir soru sorulsa cevapları neler olurdu acaba? Gelecek kaygıları ne boyutta, gelecekle ilgili planları var mı, bu planların ne kadarı gerçekçi, hayallerinin sınırı nereye kadar...? Çocuklar, gençler kendilerini güvende hissetmek istiyorlar, endişesiz, huzurlu bir gelecek hayal ediyorlar. Değişmeyen, net kararlar bekliyorlar. Büyüklerin dürüst ve inandırıcı olmaları onlar için çok önemli.

Okullar yarıyıl tatiline girdikten hemen sonra Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı öğrencilere ilk seslenişinde şöyle dedi; "Zamanında benim de çok zayıfım vardı." Çocuklar birbirlerine bakındılar; "Bakan Amca ne demek istedi acaba? " diye mi düşündüler...? Biz eski eğitimciler de düşündük: "Neden böyle deme ihtiyacını duydu? Çok zayıfı olan küçük bir gruba hitap ederken onları yüreklendirmek için söylenebilir belki. Onların anne babalarını sakinleştirmek için de vurgulanabilir. Ama büyük bir grupta bu örnek olumsuz çağrışımlara yol açmaz mı? Çocukların somut algılarında olay şöyle yorumlandı: Çok çalışmasan da, çok zayıfın olsa da önemli konumlara gelebilirsin. Bu durumda ideallerin, amaçların, hedeflerin çıtaları aşağılara çekilmez mi...?

Çeşitli aşamalarda sınavlara girecek öğrenciler ve onların velileri haberlerdeki açıklamaları dikkatle izliyorlar. ; "Sınav sisteminde, sınav tarihlerinde yeni bir değişiklik olur mu, yeni bir açıklama yapılır mı?" Her an her şeyin değişebileceğine öylesine alışmışlar ki. Özellikle "eğitim" gibi uzun zamanlı konularda ve alınacak kararlarda veliler de öğrenciler de netlik bekliyor. Çünkü aylar, yıllar sürecek çalışmalar ona göre planlanacaktır.  Uzun soluklu, ciddi çalışmalar daha kalıcı kararlar gerektiriyor. 1920'den itibaren göreve gelen Milli Eğitim Bakanları sadece 1 veya 2 yıl görevde kalmışlar. Farklı olarak yalnız Mustafa Necati 4 yıl ve Hüseyin Çelik 6 yıl görev yapmış.

Bir zamanlar ÖSYM (Öğrenci Seçme Yerleştirme Merkezi) Türkiye'nin en saygın kuruluşlarından biri idi. Güvenilirdi. Sonuçları tartışmasız kabul edilirdi. Testlerde iptal edilen hatalı soru sayısı çok nadiren olurdu. Birkaç yıldır sadece sorular değil, sınavlar da iptal ediliyor. Yerleştirmelerden sonra hatta göreve başladıktan sonra sonuçlar iptal edilebiliyor. Neden şimdi tüm sınav sonuçlarına kuşkuyla bakıyor, güvenemiyoruz?  Teknik araçlar gelişse de "insan" faktörü geliştirilemiyor mu acaba?" Makine" insana  yenik mi düşüyor? Sorumluluk verilenler yeterince sorumluluklarını yerine getiremiyorlar mı? Karmakarışık sonuçlar beyinleri de altüst ediyor. Eşitsizlik, haksızlık hep isyanlara neden oluyor. İtiraz edenler giderek çoğalıyor. Çetrefilli bir denklem gibi açıklığa kavuşmayan sorular da kafaları kurcalıyor.

Uzun zamandır dershanelerle ilgili konular tartışılıyor. Dershanelerin kapatılıp bazılarının okula, bazılarının etüt merkezine dönüşeceği söyleniyor. Son günlerde Milli Eğitim Bakanı tüm dershanelerin mercek altına alınacağını söyledi .Belki de en doğrusu buydu. Tüm eğitim kurumlarının aynı kalitede olması elbette beklenemez. Türkiye'de 3830 dershane olduğu, bu dershanelerde 50.000 öğretmenin görev yaptığı söyleniyor. Binlerce dershanenin arasında iyileri de kötüleri de olacaktır elbette. Bunlar birdenbire değil, uzun yıllar içinde ihtiyaç duyulmasından ötürü çoğaldılar. 

Maddi durumu uygun olan öğrenci de, olmayan öğrenci de dershanelerden yararlandı. Bütün imkanlarını seferber edip çocuğunu dershaneye yollayan ana-babalar oldu. Bir dönem pek çok dershane okullardaki en deneyimli öğretmenleri kadrosuna dahil etti. Bazı dershaneler sınavla öğretmenlerini seçti. Okullarda kalabalık sınıflarda öğrenilemeyen birçok bilgi buralarda öğrenildi.Dershaneler okulun tamamlayıcısı oldular. Maddi imkanı "özel ders" almaya uygun olmayan pek çok öğrenci için dershaneler bir imkan sağlıyordu.Okullarda öğrencilerin bilgisi klasik sınavlarla ölçülürken dershaneler test sınavları yaparak onları ölçme sınavlarına hazırladılar. Her alanda olduğu gibi, kötü örnekleri olduğu gibi çok iyi, okullarla işbirliği içinde, çağdaş eğitim-öğretimin amaçları doğrultusunda öğrencileri yönlendirenleri de vardı.

Belki zamanında dershaneler daha iyi araştırılsaydı daha sağlıklı önlemler alınabilirdi. Öğrencileri bundan sonra sınavlara hazırlama konusunda okullarımızın Rehberlik Servislerine, Rehber Öğretmenlere büyük iş düşüyor. Bilgiyi kullanma, zamanı kullanma, heyecanını yenme, okul seçme, alan seçme gibi birçok konuda öğrencilere yardımcı olmak gerekiyor. Bu yıl yeni bir uygulama da olacak. Eskiden olduğu gibi sınavlarda yanlış sorular doğru soruyu götürmeyecek. "Bilgiyi rastlantıyla belirlemek", "işi şansa bırakmak" ne denli doğru sayılabilir? 

Geleceğimiz ve çocuklarımız için asıl sorgulanması gereken eğitim sistemimizin kalitesi değil midir? 
Üniversite öğretim elemanları, fakültelerde 1. sınıflara başlayan öğrencilerin temellerinin çok zayıf olduğunu yıllardır vurguluyorlar. Ezberci eğitim sistemimiz araştırmalarla geliştirilemedi, eksikler giderilemedi. 50 bin aday üniversite sınavında sıfır puan alıyor. 16 net bile yapamayıp barajın altında kalan 350 bin öğrenci var.Yıllardır sınavlarda fen bilgisi en başarısız ders. Sonra matematik, sosyal bilgiler ve Türkçe geliyor. 
Uluslararası eğitim sıralamasında Türkiye matematikte 44. sırada. Okuma-anlamada 42. sırada. Fen bilimlerinde 43. sırada. Bu sonuçlar dikkate alınıp önlemler alınabiliyor mu acaba?

Hepimiz için daha güzel bir dünya oluşturabilmek için eğitimden beklentimiz öyle çok ki... Ancak Eğitimle ilgili kararlarda asıl baş vurulması gereken, uygulamanın içindeki kişiler; öğrenciler, öğretmenler, veliler, okul yöneticileri hep konunun dışında kalıyor. Eskiden Mili Eğitim Şuraları olurdu. Her kademede uygulayıcılarla görüş alışverişi yapılır, kararlar alınırdı.Belli bir plan çerçevesinde uygulamadaki görevlilerin görüşlerine baş vurulsa mutlaka çok yararlı katkıları olacaktır. Asıl sorunların merkezinde olan, sıkıntıyı yaşayan onlar. Genç Türkiye Onların çabalarıyla daha iyiye gidecek. 









21 Oca 2014

KADER Mİ...?


Bir Kader daha kaderine yenik düştü. Kayıp gitti aramızdan. Nüfus cüzdanına göre henüz 14 bile olmamıştı. Ne derece doğrudur bilinmez, uzmanlar kemik yaşının 16 olduğunu söylediler. Kocası "Ben onu 18'inde sandıydım" diyor. Kader ailenin 8 çocuğundan biri. Annesi de erken evlenmiş. İlk doğumunu kaç yaşında yaptı, zaman içinde başka çocuğu olur muydu, bilinmiyor. Bilseydi bu durumlar yaşanır mıydı, o da bilmiyor. 

Kader'in adı Kader değil de Sevinç, Neşe, Hayat ya da Umut olsaydı kaderi değişir miydi acaba? Neden Kader...? Kadere teslim olmak ya da kaderine razı olmak daha mı kolaylaşıyor böylece? Belki adı değişse de yazgısı değişmeyecekti. 
Kader nüfus cüzdanına göre 2000 doğumlu. Okula 5. sınıfa kadar gitmiş. Kocası 8. sınıftan ayrılmış.Sorulduğunda şöyle diyor; "İkimiz de okuma-yazma biliyorduk." 

Kader'in öğretmeni, okul arkadaşları evlendiğini, çocuk sahibi olduğunu öğrendiler mi acaba? İlk tepkileri ne oldu?  Doğumu kim yaptırdı? Yörede Ana- Çocuk sağlığından kimler sorumluydu, sağlık ocağı, ebe var mıydı? Dini nikahı kıydıran din adamı ya da muhtar Kader'in yaşını biliyor muydu? Kimler Kader'i evlilik, çocuk bakımı, gebelik, lohusalık hakkında bilgilendirdi? Yoksa Kader her şeyi önceden biliyor mu sandılar? Hayatın içinde bir "evcilik oyunu" gibi mi düşündüler? 

Türkiye İstatistik Kurumu Türkiye'de halen 182.000 çocuk gelin olduğundan bahsediyor. Bu sayının gerçekte çok daha fazla olduğu da söyleniyor. Kader acaba bu sayının dışında kalıp da sayılamayanlar arasında mıydı? 1. çocuğu henüz bebeklikten çıkmadan o ikinci çocuğuna hamileydi.İkinci çocuk 7 aylık ölü doğdu. Kader bir gün vurulmuş olarak ölü bulundu. Nasıl öldüğü henüz açıklanmadı. 

Kader'in doğumunu, evliliğini,anneliğini kimseler bilmedi, kimseler duymadı. Ama zamansız ölümünden herkes haberdar oldu. Keşke varlığından daha önce haberdar olsaydık, bu denli önemser miydik acaba? Kader eğitimden ne kadar yararlandı bilemiyoruz. Okulda olması gereken yaşlarda, o bir başka dünyada, iyi bir eş, iyi bir anne olmaya hazırlanıyordu. Zaman yetmedi, gücü yetmedi. Ölümünden öğretmeninin, arkadaşlarının haberi oldu mu acaba...?

Kader'in ölümünden sonra belki bir süre anne-babalar, öğretmenler, ebeler, muhtarlar, din görevlileri daha dikkatli ve titiz olacaklar. Ama ne kadar süre...? Sonra yine unutacağız her şeyi. 18'ine gelmeden yeni çocuklar gelin edilecek, yeni öyküler yazılacak, yeni dramlar yaşanacak. İstatistikler her yıl artan sayılarla yeniden düzenlenecek. Ne zamana kadar...? Kader'in annesi erken evlilikleri normal buluyordu. O da erken evlenmiş.Annesinin ve anneannesinin yolundan gitmemesi için Kader'in kızına kim yardımcı olacak, hangi kişi ya da kurumlar sahip çıkacak? Kadersizler kervanına katılmaktan onu kim koruyacak?

Okullarımızda ilk yıllardan itibaren çocuklarımızı soru sormaya, cevap almaya,olayları neden-sonuç ilişkileri içinde düşündürmeye çalışsak yeni Kaderler'in yazgısı değişir mi acaba? İlk dönemde okutulan Hayat Bilgisi Dersleri var. Gerçek hayatın ta kendisi. Güncel hayatla ilgili olarak "evimiz ve ailemiz, çevremiz, okulumuz, sağlığımız, trafik..." gibi üniteler içeriyor. Kafası çalışan, çocuklara yararlı olmak isteyen idealist bir öğretmen, bu dersi nasıl da uygun işleyebilir. Oysa ne yazık, bazen okuma-yazmayı, saymayı bile tam öğretemiyoruz. 
Ayakta kalmayı, doğru düşünmeyi, doğru kararlar vermeyi öğretebilsek...



15 Oca 2014

BİR DÜŞ GİBİYDİ HAYAT...

Gün geliyor bir gün tüm yaşadıklarımıza farklı bir pencereden bakıyoruz. Yaşamı adeta bir tül perdenin ardından gözleyip, yeniden değerlendiriyoruz olayları. Zamanın hızlı akışı içinde daha objektif, daha gerçekçi, eskisinden daha farklı biçimde bir bakış belki de... Yaşanmış onca olay, tanıdığımız onca kişi. Bir ömre, yıllara sığdırılmış onlarca gerçek öykü... İnsan yaşamından anlar, anılar bütünü. Acı, tatlı, hüzünlü ya da neşeli...

Ancak "yaşanan zamanla" " anılan zaman" birbirinden farklı olacaktır elbette; Her şey artık zaman tünelinde netliğini kaybetmiş, etkisi azalmış, bir düşler yumağına dönüşmüş.Gün gelip belli yaş sınırlarını aştığımızda, bellek ne kadarına" geçiş izni" verirse o kadarı yüzeye çıkacak. Belki bir gün kendimize dahi "yabancılaşmak" ya da "yenilenen" güzel düşler kurmaya devam etmek... Dünya sadece bizim için dönmüyor ya da durmuyor.

Kendimizi iyi hissettiğimiz sürece yazmak, okumak, yeteneklerimiz doğrultusunda güzel şeyler yapmaya çalışmak... Yıllar sonra o tül perdeyi aralayıp yaşadıklarımızı daha net görmemizi sağlayacak belki de. İşte o zaman "Güzel bir düş gibiydi hayat." diyebileceğiz sanırım... Yaşamın içinde eski bir yıla veda edip yeni bir yılı karşılarken her defasında yeni umutlar yüklenir insan. Geçmiş, hatalarıyla- kusurlarıyla geride kalmıştır. Koca bir yılın ne getirip ne götüreceği bilinmez. Ama değişen her yeni yıl insan için de bir değişimdir. Ne çok şey ister, ne çok şey bekler insan. Belki çoğu kez ertelense de hayaller, umduğuyla değil, bulduğuyla yetinir insanoğlu. Sürprizlerle dolu bir düş gibidir hayat.

Bir kitabı yeniden okuduğunuzda ya da bir filmi yeniden izlediğinizde daha önce dikkatinizi çekmeyen yeni şeyler keşfedersiniz. Yeniden geçmişe bakmak, hayatı bir başka zamanda, bir başka gözle gözlemek nice şeyleri hatırlatır insana. Ne çok iz kalmıştır yaşadıklarımızdan geriye. Bazen canımız yanar, bazen mutluluk duyarız. Yaşarken de öyle değil midir, mutlulukla hüzün, gözyaşıyla kahkaha aynı anda yaşanabilir...

Gün olur, geçmişe bir göz attığımızda önceden yaşanmış bazı olaylar çok net canlanır belleğimizde, bazıları silik görüntülerle gelir aklımıza, bazılarını ise hatırlamak bile istemeyiz. Üzücüdür, rahatsız edicidir. Bazılarını bellek kayıttan silmiştir bile...İnsanın doğasında kötü şeyleri, acı veren anıları bilinç altına itip unutmak vardır. Çok kolay olmasa da bazı şeyleri unutmak. Düşler sürer yaşadıkça, günbegün. Yeni bir gün başlar günün ilk ışıklarıyla. Her şey yeniden aydınlanır; Geçmişin yol göstericiliğinde yeni yollar açılır insanın önünde. Gün doğarken sabahın duru aydınlığında her şey netlik kazanır. Anılar ayıklanır etkisine göre; İyi- kötü, acı-tatlı, olumlu-olumsuz...

"Karışık, uzun bir düş" gibidir hayat. Her hayat kişiye özgüdür, özeldir. Herkes aynı olayı  bir başka biçimde yaşar ve etkilenir. Geride yaşanmış koca bir ömür ve paramparça düşler kalır. Bir çocuk parkında masum çocukların coşkusunu gözlediğinde kendi çocukluğunu hatırlar insan. O yıllardaki  iyi-kötü anılar sonraki tüm hayatı etkiler. Mutlu bir çocukluk, mutlu bir yetişkin olabilmenin ön koşuludur. Çocuklukta karşılaşılmış bir şiddet, kişiyi asosyal yapabilir, çekingenliğe, güvensizliğe yol açabilir. Olumsuz bir öğretmen davranışı çocuğun tüm hayatını etkileyebilir. Anne-baba arasındaki şiddetli geçimsizlik de gelecekte nice şiddet öyküsünü yaratabilir. O zaman "kötü bir düş gibi" hatırlanır hayat... 

Özellikle yaş aldıkça insana saygılı, nazik, anlayışlı, duyarlı, sakin insanların çoğalmasını diler insanoğlu. Bu güzel insanlar çoğaldıkça hoyrat, asabi, saldırgan, kaba insanların da gücü azalacaktır. Ama "şaşırtıcı bir düş gibidir" hayat. Zamanlı- zamansız iyiler de kötüler de karşımıza çıkacaktır. Geride ancak izler kalacaktır. Bazen alışmak zor olsa da belki zamanla alışarak dayanma gücümüzü de test edeceğiz. İyi- kötü yanlarıyla iniş- çıkışlıdır hayat. Çok güvendiğiniz bir dostunuzun hiç ummadığınız bir davranışıyla karşılaşırsınız bir gün. Üstünüze kilolarca ağırlık yıkılır bir anda adeta. Tam tersi  güzel bir olay sizi havalara uçurur. Yeniden yaşama bağlanır, düşler ülkesinde yeniden bir gezintiye çıkarsınız...

Yaşam boyu türlü çeşitli hayatlar içinde varlığınızı sürdürürsünüz; Ev hayatı, iş hayatı, sosyal hayat, özel hayat. Her şey size bağlıdır. Duygu kontrolü, düşünce kontrolü, davranış kontrolü... İçinizde "görev aşkı" varsa, kimse denetlemese bile var gücünüzle çalışırsınız. Sorumluluk, vicdan, namus, utanç gibi kavramlar anlamını yitirmemişse kafanızda, her şey olması gerektiği gibi tanımlanır. Olumsuzlukları umursamaz, kötülükleri görmezden gelirseniz alışkanlıklarınız da bir başka biçimde gelişir. Kendi kişisel denetimini yapamayan insan dış denetimlerle de  kolay kolay değişemiyor. Kendini kurtaracak yolları, açık kapıları hep bulabiliyor.

Bazen bir hastalık, bir kaza, bazen zamansız bir ölüm, sevdiklerinizi alır elinizden; Genç, yaşlı fark etmez, içiniz yanar, üzülür,çırpınır, ama sonuçta kabullenirsiniz. Bu dünyada acı da, hastalık da ölüm de vardır. Ve doğum kadar doğaldır. Uzun bir süre anılar üşüşür beyninize; Keşkeler,pişmanlıklar, nedenler, iyi kiler, acabalar... Ve nihayet kendisiyle baş başa kalır insan. Bazen kader, bazen alın yazısı, bazen doğa kanunu deriz. Adı ne olursa olsun, her kayıp yeni bir "düş kırıklığıdır", isyandır, inkardır. Ama sonuçta kabullenme vardır. Bazen "kötü bir düş gibidir hayat."

"Bir düş gibidir hayat"...Ama gerçeklerle yüz yüze olmak,onları kabullenmek, yaşlılıkta çok da rahatlatıcı değildir. Haksızlıklara tahammülünüz azalır. Yaş aldıkça eleştirmenliğe başladığınızı  fark edersiniz. Yanlışları düzelten, hataları vurgulayan bir yapıya bürünürsünüz giderek.Hoşgörü, anlayış azalmaz, ancak insanları, dünyayı düzeltme çabası da hiç bitmez. Bakış açısı giderek genişler,yaşlılık dokunulmazlığına bürünüp, olumsuzlukları konuşmak, söylemek rahatlatır insanı. Yıllar ilerledikçe evinde de yurdunda da sevgiye, nezakete, huzura, sakinliğe daha çok ihtiyaç duyar insan. Gelecek garantisi istiyor. "Kötü bir düş gibiydi hayat" demek istemiyor. Çevresindeki insanlara, kurumlara inanmak, güvenmek, insanca yaşamak, insan gibi davranılmak istiyor.

Kafaca, bedence kendinizi hazır hissetmiyorsanız  "emeklilik", bir çocuğun kararsızlığı ya da bir ergenin şaşkınlığına sokar sizi. Yoğun bir iş hayatının ardından "hayat güzeldir" dersiniz, yeni planlar yaparsınız. Ancak o güzellik hastalıklarla gölgelenir bazen. Yorgun yılların ağırlığı bazen omuzlarınıza, bazen belinize, bazen dizlerinize biner. Oysa hobilere zaman ayırabilmek nasıl da güzeldir. Dostlarla birlikte bir sabah kahvesi , bir sabah kahvaltısının tadı yıllarca damaklarda kalır.
"Uzun, karmaşık bir düş gibidir hayat." Hayat devam ederken "beyin" hala dış dünyayla iletişimi sağlıyorsa, başka hastalıkların üstesinden gelebilir insan. Umut devam ediyorsa istediği gibi düş kurabilir insanoğlu.
Zorlu bir kışın içinde bile dört mevsim "bahar" olur o zaman...














9 Oca 2014

GERÇEK ÇOCUK ÖYKÜLERİ...


Çocuklar sevdikleri masalları, masal kahramanlarını, aldıkları dersleri kolay kolay unutmuyorlar. Ta eskilerden Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu Öyküleri... Andersen'den masallar, La Fontaine Masalları, Samed Behrengi'nin Küçük kara balık, Bir şeftali-bin şeftali öyküleri, unutulmaz Küçük Prens...

Oysa yetişkinler olarak bizim toplumsal belleğimiz çok zayıf. Anlık, günlük yaşıyoruz; gördüklerimizi, okuduklarımızı, yaşadıklarımızı bir süre sonra unutuyoruz. Keşke çocuklar gibi ders alabilsek, geçmişi yeniden değerlendirebilsek. Mutlu çocuk öyküleri vardı eskiden; Başlangıçta acıklı, hüzünlü bile olsa, mutlu sonla biten çocuk öyküleri. Çocuklar belki ağlayarak dinler veya okurlar ama sonunda gülümserlerdi. Sonra giderek öyküler de gerçek hayata uydu, değişime uğradı. Gerçek hayat kötülerin dünyasıydı; kötüler, zorbalar, gücünü kullanarak öne geçenler. İnternet dünyasındaki oyun kahramanlarının çoğu da öyle değil mi?

Gerçek çocuk öyküleri , yaşanmış dramlar çok can yakıyor, düşündürüyor. Unutmamamız gereken hayatın içinden insan dramları bunlar... Ne yazık ki istatistiklerde çocuk ölümlerinde halen üst sıralardayız. 2013'ün son günlerinde bu gerçek bir kez daha vurgulandı. Konya'da 8 aylık Ayaz Bebek yatağında ölü bulundu. Öyküsü henüz o kadar yeni ve çarpıcı ki ben unutamadım. Gazetede okumak, ekranlarda izlemek bile insana acı veriyor. 

Anne yazları tarım işinde çalışıyor, kışın ise çöplerden kağıt topluyor. Babası askerde. Evin pencerelerinde cam yok, plastik örtülerle korunmaya çalışılmış. Doktor zatürre tanısı koymuş ancak ölümü "kuşkulu ölüm" sayıldığından otopsi de yapılacak. (O minik bedene) Şimdiye kadar hiçbir yardım almamışlar. Gecenin ayazı, rüzgarı savunmasız bir bebeği vurmuş. Adını kim koymuştu acaba? Çocuk parkına gidebilecek kadar büyüyemedi Ayaz Bebek; kaydırağa, salıncaklara, tahterevalliye binemedi. Okula gidebilecek kadar da büyüyemedi. Henüz Onun adına çıkarılmış bir nüfus cüzdanı bile yoktu. Anne babası ne zaman resmi nikahla evleneceklerdi acaba?

Ayaz Bebek artık yaşamıyor. Pencereden giren rüzgarın sesini duymuyor. Kendisine çok büyük gelen bir tabutun içinde bir başka dünyaya yolcu edildi. "Merhumu nasıl bilirdiniz?" sorusu soruldu mu acaba? Henüz kimse Onu tanımıyordu ki. Belki istatistiklerde bile yer almayacak. Çünkü henüz vatandaş sayılmıyordu. Bu yaş'sız bebekler keşke toplumsal hafızalarda yer bulabilseler de yeni dramlar yaşanmasa. Yaşarken onlara ulaşmakta geç kalmasak.

Çocukların sonu güzel biten öykülere, sağlam bir geleceğe ihtiyaçları var. Büyüklerin onlara sergilediği bunca olumsuzluktan, çatışmadan, kavgadan sonra sakin masal anlatıcılara ihtiyaçları var. Çocuklar bunu hak ediyor. Onları kuru istatistiklerle, olumsuz haberlerle tanımak istemiyoruz. Çocukları anlamaya-tanımaya çalışsak, öykülerini öğrenebilsek, daha güzel bir dünya oluşturma çabasına da girebileceğiz belki...
Şimdi "mutsuz insanlar ülkesi" olsak bile gelecekte neden "mutlu çocuklar ülkesi" olmayalım?

1 Oca 2014

UMUT ÇİÇEKLERİ...



Karşıdan baktığınızda küçük kırmızı top top çiçekler nasıl da gönlünüzü çeler. Kışın o soğuklarda içiniz aydınlanır. Sanki öbek öbek umut taşırlar. Bir dalın üstünde öyle çokturlar ki, bir yıla dağılan umut topları sanırsınız. Dalların ucunda öyle nazik, öyle savunmasız bir duruşları vardır ki, her an düşebileceklerini düşünürsünüz.Sivri uçlu, ele batan yapraklar, yanı başında dikenler... Acımasızca can yakıyor, acıtıyor, ürkütüyor. Sanki gerçek hayatta olduğu gibi; umutla iç içe umutsuzluk, güzelliğin yanı başında olumsuzluk var dallarda adeta. 

Bu çiçekler fazla su istemiyor. Güneşi çok sevmiyor. Dayanıklı oluşu belki de bu yüzden. Adeta kendi başına buyruk, isyankar bir bitki. Sanki bir çelişkiler yumağı. Susuz vazoda uzun zaman dayanıyor. Etrafına pırıltı saçıyor ama tanımıyorsanız, dikkatli olmuyorsanız  iz bırakıyor, acı veriyor. Kimileri zehirli olduğunu bile söylerler. Küçük kırmızı toplar, sivri yaprakları ve dikenleriyle masum da, zalim de olabiliyor. Tıpkı insanlar gibi...

Halk arasında değişik şekilde adlandırılmış bir çiçek bu. Kokina, dikenli top, dilek çiçeği... Ev sahibi olmak isteyen insanlar için bir dilek simgesi olduğu söyleniyor. Kırmızı çiçek topları, dikenlerin kalkanına gizlenmiş. Ulaşmak belki zor ama, umuda ulaşmak hiçbir zaman kolay olmadı ki. Yeter ki pes etmeden sabırlı davranabilelim.Gerçek umut içimizde, yanı başımızda. Tüm güzel dilekler beynimizde, gönlümüzde. Nasıl inanırsanız, nasıl çabalarsanız öyle. Kokinalar sadece umudu anımsatan birer bitki yumağı... 

Dünya hızla dönerken, bütün sesler birbirine karışmışken; biraz durmaya, sakinleşmeye, umutlanmaya, güzel dilekler dilemeye ihtiyacımız var. İnsanoğlu bir şeylere inanmak, umut etmek istiyor. Bunun simgesi bazen bir çiçek, bazen bir sözcük, bir eşya, bir piyango bileti...Bekleme süresi uzun ya da kısa, ne fark eder? Umut olduğu sürece yaşam daha kolaylaşıyor, bireyin enerjisi artıyor.