Bu Blogda Ara

29 Eyl 2015

YAŞAMA CESARETLE TUTUNANLAR...



Hayat çoğu kez bir mücadele değil midir?Bazen doğayla mücadele ederiz, bazen zor koşullarla, bazen düşünsel anlamda değerlerle, bazen de zor insanlarla... Her mücadele bir çabayı gerekli kılıyor. Bazen bireysel bir çaba,bazen ortak bir güç birliği.Özellikle kız çocukları iyi bir diploma sahibi olmak zorundalar. Kadınlar ekonomik açıdan güçlü olurlarsa toplumda kendilerini daha güvende hissediyorlar, geleceklerinden daha emin oluyorlar.
Bu çaba ya da mücadele onları daha zinde kılıyor, çoğu kez çevresine güzel örnekler de sergiliyorlar.



Yakın zamanda tanıdığım yaşama tırnaklarıyla tutunan genç kızlardan, üretici kadınların bazılarından söz edeceğim. Daha kim bilir tanımadığımız kaç tane benzerleri vardır.Beyinleriyle, güçleriyle, yetenekleriyle kendilerine ve çevrelerine katkıda bulunma çabasıdır bu... 



Toroslar'ın dağlık bir beldesinde,  yüksek dağların tepesinde ailesiyle birlikte büyük ve küçük baş hayvan besleyen bir genç kız.Aynı zamanda okullu, lise son sınıf. Aile arasında iş bölümü yapılmış. Hayvanlar otlatılıyor, bakımları yapılıyor, sütleri sağılıyor.Günlük yumurta elde ettikleri tavukları da var. Günlük yumurta siparişi verildiğinde 15-20 yumurtayı at sırtında yaklaşık 40 dakika uzaklıkta yoldan getiriyor.Önce at sırtındaki ustalığı dikkatimi çekti. Günlerce ders alanların binemediği ata basamak kullanmadan bir sıçrayışta biniyordu. Atla uyumu mükemmeldi. Bazen rahvan, bazen dörtnala gidiyordu. 
Okullar açıldığında okuluna devam edecek. Okul öncesi öğretmeni olmak istiyor. Güler yüzüyle, sakin tavrıyla , hayata sımsıkı tutunmasıyla eminim çok iyi bir öğretmen olacaktır.


İkinci örnek, aynı beldeden bir üniversite öğrencisi. Liseyi aynı beldede hiç dershaneye gitmeden okul birincisi olarak bitirmiş. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazanmış. Bu yıl 4. sınıfta.Tüm yaz tatillerini burada, bol bol kitap okuyarak geçiriyor. Baba gündelikle bahçe işlerinde çalışıyor. Anne ev işlerine ve bahçedeki ürünlerin bakımına katkıda bulunuyor. Hayata öylesine sıkı tutunmuşlar ki "güzel bir gelecek" hayalleri de hiç bitmiyor.


Hayata sımsıkı tutunanlardan bir diğer örnek aynı beldeden bir anne-kız. Besledikleri hayvanlardan elde ettikleri sütü tereyağı, peynir ve yoğurta dönüştürüp satıyorlar. Sabah 6.30- 7.00 civarında inekleri sağıyorlar. O saatlerde taze sıcak süt almak mümkün. İnsanlar gibi hayvanlar da strese girince süt vermiyorlar. Sakin, yumuşak bir sesle yaklaşınca hatta bazen şarkılar söyleyince daha verimli oluyorlar. Süt, yoğurt, tereyağı üretimi sonrasında "çulfalık" dokunuyor. Çulfalık; kilim, yolluk olarak da adlandırılıyor. 
Kendilerinin yaptıkları bir dokuma tezgahı kurulmuş, çeşitli renklerde iplerle dokuma yapılıyor. Boyalar kendilerinin hazırladıkları doğal kök boya.Ürettikleri dokumalar, anlayanın elinde yeni güzellikler oluşturuyor. Bazen bir giysi, bazen bir yolluk, bazen de renkli bir sofra örtüsü olabiliyor.


Yaşama cesaretle tutunmak; güçlü, cesur insanların işi.Sonuçta karşılığını alıyorlar elbette. Belki her zaman para olarak değil ama, kendine güvenme, iyi örnek olma, kendini kanıtlama, deneyim kazanma... Kazandıkları öyle çok şey var ki. 
Onlar hakkında içtenlikle şöyle düşünüyorum;Çoğunun yaşları benden küçük de olsa hepsine saygı duyuyorum ve çok takdir ediyorum.



21 Eyl 2015

21 EYLÜL DÜNYA ALZHEİMER GÜNÜ...



Ömür pamuk ipliğiyle bağlı,
Ha koptu ha kopacak
Yıllar geçti ardı ardına; 
Yaş'lar eklendi birbirine
Yüzde çizgiler, kırışıklar çoğaldı
Ellerde buruşuklar,lekeler oluştu,
Saçlar aklandı, tel tel döküldü.
Bir gün beyin de eskidi, yıprandı, küçüldü...
Gündüzle gece birbirine karıştı.
Gerçekle hayal karıştı,
Adlar karıştı, günler karıştı.
Pek çok hastalık, ağrı, acı yaşandı,
Ama biri çok başkaydı;
Öyle bir hastalık ki Alzheimer,
Düzen altüst oluyor girdiği evde
Unutuluyor çok şey zamanla,
Dağarcıkta çok eskiler kalır.
Hiç istemeden unutulur pek çok şey...
Zor bir yaşam sınavıydı bu;
Kimsenin başarılı sayılmadığı.
Ömür pamuk ipliğiyle bağlı,
Bir gün koptu çok inceldiği yerden...




13 Eyl 2015

VİCDAN


Vicdan dilimizde sık kullanılan yerleşik bir sözcük. Ahlaki yanı ağır basıyor.
Bazen bir film adı, bazen bir roman adı olarak karşımıza çıkar. Bazen kendini aklamak için kullanır insanlar.Vicdanı bozulmamış dostlar ararız çevremizde.
Vicdan insanı rahatlatır, aklar kimi zaman. Bazen de tam tersine içten içe huzursuz eder.
Vicdan bir iç hesaplaşması, doğruların yanlışların ortaya konması, değerlendirilmesidir.

Bazen bireysel vicdandan söz ederken bazen de topumsal vicdandan söz ederiz. Tek başına son derece sakin olan, çevresine zarar vermeyen bir insan farklı bir grubun içine girdiğinde nasıl bir ölüm makinesine dönüşür? Yüz ifadesi, mimikleri, bakışları, gücü nasıl bir anda farklılaşır? Zamanı gelince bir vicdan muhasebesi yapmaz mı? Bazı ülkelerin sözlüğünde "vicdan" sözcüğünün bulunmadığı söyleniyor. İhtiyaç mı duyulmuyor acaba? 

Belki yıllar geçti ama biz çocukluğumuzda arkadaşlarımızın nereli olduklarını, kökenlerini bilmezdik, merak da etmezdik. Ki o yıllar daha hassas yıllardı. Yıllar sonra öğretmen yetiştiren bir yükseköğretim kurumunda görev yaparken öğrencilerim sık sık  sorarlardı; "Öğretmenim nerelisiniz?" " Tütkiyeliyim" derdim. Türkiye'nin her yöresinden 18-25 yaş arası öğrenci olurdu sınıflarda. Fark gözetmemek zorundaydık. 

Kişiliklere saygı duyarak, anlayışla yaklaşıldığında hep uygun davranışlarla karşılaşırdık. Düşünüyorum da yıllarca aynı ülkede beraber yaşayan,kız alıp veren ,çeşit
li kurumlarda yanyana görev yapan insanlar ne oldu da 
birbirine öfke ile, kinle bakar hale geldi, birbirini düşman sayar oldu?

Yurtdışında yapılmış ilginç bir araştırma var. 15-16 yaşındayken bir grup gence ikinci dünya savaşı yıllarından kalma çarpıcı fotoğraflar, video filmler gösteriliyor. Yaralanmış insanlar, parçalanmış vücutlar, kan revan içinde yüzler, işkence görmüş insanlar...
Gösteri bitince gençler çok büyük tepki gösteriyorlar.
İçlerinde bayılanlar, istifra edenler, gitmek isteyenler çıkıyor. 

Gençlere iki haftalık bir deneme yapılacağı, bu süre içinde bir sınavdan geçecekleri,grupta disiplini sağlamak için istedikleri gibi davranabilecekleri,kaba  kuvvete baş vurabilecekleri  vurgulanıyor. Birkaç gün içinde davranışlarda aşırılıklar gözleniyor. Lider olmak isteyenler çoğalıyor. Giderek şiddet, kaba güç gösterileri artıyor. Davranışlar tamamen değişiyor.

İki haftanın bitiminde aynı fotoğraflar, video filmler yeniden gösterildiğinde hepsi hiç yadırgamadan normal karşılar...çok olağan bulurlar, artık alışmışlardır.
Bireysel davranışlar toplumsal bir potada değişime uğramıştır. Lider olmak isteyenler kabul görmek için daha sert davranışlarla kendilerini kanıtlıyorlar.

Ölüm-öldürme adını bile bilmeden, acımadan bir cana kıyma... Çocuk, genç yaşlı, kadın erkek demeden bir yaşamı sonlandırma...
Ne oldu bize...? Nasıl bir değişim geçirdik...?
Bazı olumsuz dönemlerin dışında yıllar önceki sakin, huzurlu dönemleri nasıl da özlüyoruz... Milli maçlarda yanımızdakinin kim olduğunu bilmeden ortak duygularla
Sevinilmesini, deprem, sel gibi doğal afetlerde ortak acılarda,  ortak hüzünde  yanyana durmayı, el ele tutuşmayı insan olarak, vatandaş olarak nasıl da özledik...




VV

5 Eyl 2015

KUŞLARLA GÖÇMEK YA DA SULARDA YOK OLMAK...



Rüya gibiydi; Evde küçücük yatağında olduğunu sandı bir an.
Oyuncak ayısı da yanıbaşında sanki. Ama değillerdi... Henüz küçücüktü. İlk kez denizde yolculuk yapacaklardı.
İlk gördüğünde bot gözüne nasıl da büyük görünmüştü.
Telaşla herkes binmişti. Ama nasıl indiklerini  hiç hatırlamıyordu. Binerken herkes nasıl da neşeliydi.
"Kurtuluyoruz , kurtuluyoruz diye bağıranlar bile vardı. 
Güneş yakıcıydı. Sular serindi. Ama içme suyu yoktu. 
Susamıştı, acıkmıştı da. Ama artık kıyıdan çok uzaktaydılar. Birden çığlıkları duydu. Önce  yatağından düştüğünü sandı, korktu. Annesine seslendi, cevap alamadı...

Oysa bot batmak üzereydi.Anne babasının eline uzandı, bulamadı.Herkes birbirini itmeye çalışıyordu.Abisi neredeydi...? Birden kendini denizde, soğuk suların içinde buldu. Babasının giydirdiği can yeleği üstünde değildi. Ama su üstünde sırtüstü kalmayı öğrenmişti.
Güneşin parlak ışıklarını yüzünde hissetti. Dalgalar yavaş yavaş üstünden aşıyordu. Annesinin masal gibi anlattığı gidecekleri yeri hayal etti önce... Gülümsedi.
Evleri olacaktı. Babasının işi olacaktı, 

Gökyüzünde güneş iyice yakmaya başlamıştı. Gözlerinin kapanmasına engel olamıyordu.Gözlerini kapattı ,tekrar açtı. Gözleri kamaştı; Belki  yüzlerce uçurtma vardı gökyüzünde. Balonlar, kuşlar sanki hepsi birlikte havalanmışlardı.Sonra hepsi yavaş yavaş yere indi. Elini uzattı ama tutamadı.Vücudu ağırlaşmıştı. Dalgalar onu sahile attı. Sahilde hareketsiz yatıyordu. Ellerini göğe uzatmak istedi son bir kez. Kaldıramadı...

Rengarenk Balonlar, uçurtmalar gökyüzünü kaplamıştı. Üstünden kuşlar uçuyordu. Kuşlara el salladı ve sonsuz bir uykuya daldı. Belki de güzel bir rüya... Yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle ayağında botları, kırmızı giysisiyle, 3.5 yaşında küçücük yorgun bedeniyle bir çocuk, dünyanın karmaşasına aldırmadan  sahilde uyuyordu...
Artık kaçmayacaklardı...



3 Eyl 2015

BİR DOKTORUN ÖLÜMÜ...

Bir doktor öldürüldü uzaklarda...
Hipokrat yeminine sadık bir doktor.
Kaç kişiyi ölümden kurtarmış,
Kaç derde derman olmuş,
Kaç çocuğa can vermişti...
Dil,din, ırk ayırdetmeksizin 
İyilik sunmaktı tüm çabası...
Yemin etmişti doktorluğa başlarken;
"Hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma,
İnsan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime...”
Bir doktor öldürüldü;
Adı sanı, kimliği bilinmeksizin...
Eceliyle değil, zamansız öldü
Kim vurdu belli değil,
Kurşunların hedefi miydi, o da belli değil
Suçsuz günahsız 3yıllık bir doktor öldürüldü.
O çok kişiyi kurtarmıştı, onu kimse kurtaramadı.
Hastaneye ulaşamadan, evine yetişemeden
Yolda kaldı cansız bedeni...