Bu Blogda Ara

27 Oca 2016

NASIL BİR TATİL...?



Tatil deyince ne düşünürsünüz dediğimizde; yaşa, cinsiyete, konuma göre cevap değişir elbette. Tatiller sevilir genellikle. 1 günlük "kar tatili" verildiğinde bile çocukların gözleri nasıl parlar. Okulu sevmemekten değil, 1 veya 2 günlük dinlenme molalarının beyinlerde yarattığı olumlu izlenimdendir. Türkiye gibi uzun tatiller ülkesinde çocuklar başlangıçta tatilsever olabiliyorlar. 

Tatilde bile para kazanmak amacıyla çalışan çocukları nasıl unuturuz. Hayatında hiç tatil yapmayan bu çocuklar genellikle gelecekte de tatil imkanı bulamıyorlar.
Her tatil döneminin başlangıcında uzmanlar tatilin nasıl değerlendirileceği hakkında açıklamalar yaparlar.Çocuklar veya anne- babalar uyar-uymaz, bilinmez. Her çocuğun yaşına, düzeyine, ekonomik durumuna göre yapılacak etkinlikler farklıdır.

İlk defa bu yıl Milli Eğitim Bakanlığı'nca yarıyıl tatilinde ilköğretim çağındaki çocuklara hiç ödev verilmemesi istendi. Doğru-yanlış tartışılır elbette. Hiç vermemek mi, bilgileri pekiştirmek için uygun zamanlarda küçük tekrarlar yapmak mı?Yormadan eksiklerini tamamlamak mı?  Bazı öğretmenler eskiden nasıl da yorucu ödevler verirlerdi. Örneğin 100 problemi yazarak çözmek gibi. 98 tane yapıp yorgunluktan bitap düşen, ağlayan  çocuklar hatırlarım.

Tatiller, ders kitapları dışında kitapları da okumak için ne güzel, ne uygun zaman dilimleridir.Bilgisayarlar, tabletler kitapların yerini almaya çalışsa da henüz tam dolduramadı. Televizyon tiryakiliğinin de uygun program seçilemezse olumsuzlukları var.Televizyonda
bazı kötü haberlerin yanında bazen de güzel haberler nasıl da insanın içini açıyor, yüzünü güldürüyor. 
Ergani İlçe Halk Kütüphanesi 'nin açıklamasına göre 2 kardeş Kaya Keleş bir yılda 450 kitap okumuş, kız kardeşi ise bir yılda 350 kitap okumuş, ödüller almışlar. 
Tatillerde zeka oyunları, kelime oyunları, dama, satranç öğretilebilir.Olanaklar içinde tiyatroya gidilebilir, drama çalışmaları yapılabilir.Günlük tutabilir, şiir denemesi yapabilirler.

Yazın il dışında rastladığım, anne-babalarının o anlık kontrolünden uzak, bilgisayar odasında 4-5 arkadaş oyun oynayan çocukları nasıl unuturum. Bir süre izledikten sonra sormuştum: Şimdi bu oyunu kim kazanacak acaba;
iyiler mi, kötüler mi? İçlerinden daha büyük olanı yanıtlamıştı: "Kötüler tabii ki. Çünkü onlar daha güçlü." Bu tür bilgisayar oyunlarında ne yazık çocuklar da daha güçlü, daha hırslı, daha vahşi olandan yana. Yani kötüden yana olmayı istiyor. Çünkü iyiler, nazik, yumuşak, zarar vermeyen tipler.

Bu yıl ilk defa bir dönem boyunca eğitim-öğretim olanaklarından yararlanamadığı için tatilde "telafi dersi" yapacak olan çocuklar da var. Güneydoğu'da olaylar nedeniyle zorunlu olarak okula gidemeyen 100.000 belirlenmiş. "Telafi dersi" görmek isteyen 1559 öğrenci Silopi'den, Şırnak'tan Batman'a götürülecek. 15 gün orada barınarak "hızlandırılmış eğitim" görecekler.
Ülkemizdeki tüm çocuklar daha sağlıklı bir Eğitim-Öğretim" ortamını,gelecekte daha güzel bir dünyayı hak ediyorlar.



25 Oca 2016

YALNIZLIK... (PAZARTESİ NOSTALJİSİ )




Soğuklar başladığında, özellikle huzur evlerindeki yaşlılarla yetiştirme yurtlarındaki çocuklar düşündürür beni. Belki kapalı mekanda, sıcak yerdedirler ama, kış aylarının kasvetli havası, yalnızlıkla birleşince daha dayanılmaz olur onlar için. İki mekanda da dış dünyadan bir soyutlanma vardır adeta. Bir başka dünyada yaşarlar sanki. Dört duvar arasında, monoton bir yaşam düzeninde küçük farklılıklar , yeni renkler, yeni güzellikler yaratılamazsa, çocuklar ve yaşlılar için hayat ne kadar sıkıcı ve anlamsız hale dönüşebilir.

Çocuklar ve yaşlılar, her insanın doğasında olan ilgi ve sevgiye çok daha fazla ihtiyaç duyarlar. Özellikle doğal ev ortamının dışında bu durum nasıl da belirgin hale gelir. Hazırlanmış bir programla, her gün aynı şekilde başlayıp, aynı şekilde devam ediyorsa, her yeni yüz, her yeni ses bir umuttur insana. Gülen yüzüyle gelen her konuk bir müjdedir, bir sevinçtir, bir coşkudur o tekdüze yaşamın içinde...

Pek çok kişi yalnızca özel günlerde gider bu tür kurumlara, gidişler haber olur çoğu kez. Oysa her günün ayrı bir anlamı vardır o yalnızlıkta, o bekleyişte...
Bu kurumlarda odaların "ev ortamı gibi" olması nasıl da istenir. Birkaç parça ev eşyasının yanında olması nasıl da mutlu eder o yaşlı insanı; alışık olduğu bir radyo, eski bir albüm, küçük bir tablo, eski mektuplar...

Alışkanlıklar zamanla oluşur. Çocuklar henüz biriktirmeye alışmamıştır; belki eski bir oyuncak, aileden kalan soluk bir fotoğraf ve anılar belleklerde...

Bu kurumlarda çalışan personelin işini benimsemiş olması, insanı sevmesi, anlayışlı ve vicdanlı olması ne kadar önemli. Duyarsız bir kişinin öfkeli ve haşin davranışı ne yaralar açabilir yorgun yüreklerde.

Ağır kış koşulları insanları huzursuz edebilir, ancak bazıları bu konuda daha duyarlıdır. Daha çok korunma ve bakım altında olmaları, insanca duygulardan uzaklaşmamaları gerekir. Herkes için önemli ama, özellikle çocuklar ve yaşlılar için umut hiç tükenmemeli...

                                                                29 Ocak 2012









21 Oca 2016

TAŞLAR ÜSTÜNE...İNSAN ÜSTÜNE...




Bazı insanların duyarsızlığı ya da duygusuzluğu anlatılırken neden "taş gibi" veya "taş kalpli" deyimini kullanırız? Oysa taşa bile şekil verilip değer kazandığında işe yarayıp anlam kazanıyor.Dere yatağındaki taşlar bile sudan hayat bularak yosun tutar, yosunla dost olur. Kışın sular donsa da baharla o bitkiler yeniden can bulur.
Taş gibi kalplerle başlayan yolculukların insanı götüreceği son durak neresidir? Son durakta tekrar insanla buluşup yeniden hayata dönüşün anlamı nasıl açıklanabilir?

Taşlara bile adeta can veren, yeniden harikalar yaratan insanoğlu bazen nasıl taş kalpli olup, can yakabilir ya da can alabilir? O zaman taşlar bile dile gelip isyan etmez mi? Bir zamanlar teknoloji henüz gelişmemişken, taş kesme makineleri yokken, uzun uğraşlar sonucunda taşa şekil verip, can kazandırıp piramitleri, tapınakları, yer altı- yer üstü şehirlerini, ibadet yerlerini, sanat eserlerini yapan insanoğlu nasıl olur da o zamandan bunca yıl sonra savaşlarla, nefretle-kinle taş taş üstünde bırakmaz kentlerde, ülkelerde, yeryüzünde. Dünyayı bir harabeye, bir yıkıntıya çevirir? Belki gelecekte bu suçlardan ötürü kendi kendini yargılayacaktır.

Bu adeta kendi kendini yok ediş, soyunu tüketme, bir cinnet hali, bir nevi harakiri değil de nedir...?
Yürekler giderek katılaştıkça  kanı çekiliyor, beyni duruyor insanoğlunun. "Vahşi dünya" -"Yalan dünya" dedikleri bu mudur acaba...?





18 Oca 2016

DUYARLILIK- DUYARSIZLIK...(NOSTALJİK PAZARTESİ)



Dünyanın her yerinde, duyularla-duygularla ilgili sözcükleri ne çok kullanır insanoğlu; duyarlılık, duyarlı olmak, duyarsız olmak, duygulanmak, duygusuz olmak... Neden ihtiyaç duyar, bilinmez...
Belki de insan yanını-varlığını kanıtlamak ister.

Duyu organlarımızla farkına varıyoruz pek çok şeyin;
görüyor, kokluyor, duyuyor, tadıyor, dokunuyor, böylece anlıyor, tanıyor, algılıyor, bilincine varıyoruz. 
Duyarlı olmak için ille de tüm duyu organlarımızın sağlam ve işler olması gerekmiyor elbette.Duyu organları sapasağlam olduğu halde pek çok konuda duyarsız olabilen ne çok insan var toplumda. Uzman doktorlardan "sağlam" raporu alsa bile "duyarlılık" konusunda "özürlü-engelli" olabiliyor kişi...

Gün gelecek, belki de son teknoloji harikası robotlar, aldıkları komutlar doğrultusunda her işi büyük ustalıkla gerçekleştirecekler, ancak hangi "üstün robot" insan duyarlılığında olabilir...? İnsan gibi yüz yüze- göz göze gelebilir, insan sıcaklığında dokunabilir, yüzü kızarıp utanabilir, acıyı test edip, sevinci- coşkuyu ölçebilir...? Pozitif Bilime güvenmek gerek, belki bir gün insana duyarlı robotlar da olacak.
Kim bilir...

Duyu organlarımız arasında ne güzel bir iş bolümü vardır: Birinin gerçekleştiremediğini diğeri başarmaya çalışır, uyum sağlanır böylece; Dil susarsa göz berraklaşır, göz kapanırsa kulak açılır, kulak duymazsa göz baş role geçer, beynin işlerliği artar. Dünyanın her yerinde "insanca dokunuşlar" sona erdiğinde, "kötü kokular" alabildiğine çoğalıyor... 
Duyarlı bir yürekle duyarlı duyu organları insana zarar vermiyor, ancak "duyarsızlık-duygusuzluk" büyük kayıplara neden olabiliyor. "Gözünü dört açmazsa insan", kötülerin, kötülüklerin olumsuz etkisinden kurtulamıyor...

Dilimiz öylesine zengin ki; Belki zamanında insan değerini bildiğimiz ya da insana önem verdiğimiz için, duyarlılık ve duyu organlarımız ile ilgili doğru-yanlış ne çok söz üretmişiz. Acaba çocuklar yetişkinlerden daha iyi görüp duydukları için mi "Çocuktan al haberi"
demişiz. "Gözlerinin içi gülmek" mutluluğun mu, duyarlılığın mı bir göstergesidir? Her şey makineleştiği için mi, yoksa değer bilmezliğimizden mi "El emeği-göz nuru" deyişini daha az kullanır olduk? "Kulaklarına kadar kızarmak" deyimini bilen ya da kullanan kaç kişi kaldı aramızda? 

Gözleri görmediği halde nice güzel işler başaran onca güzel insanımız varken neden "kör-topal işini sürdürmek" deriz... Gözün görmeyişi veya ayağın aksaması beynin işleyişine engel değil ki... Görme engelli öğrencilerin, topun doğru yönünü algılayabilmek için ziller takılmış bir topla oynadıkları kavgasız futbol maçlarına bakan-gören kaç göz imrenmez? Yeter ki aldatılmasınlar, zihinsel engelli pek çok çocuğun yüreği öylesine sevgi doludur ki, uygun yaklaşımlar hemen sevgi diliyle ödüllendirilir. 
Oysa bazı insanlarda bakışlara bile yansıyan kin-nefret-öfke nasıl da korkutur-incitir-yaralar insanı.

Güzelliklerin, küçük mutlulukların tadını çıkarmak yerine pek çok şeyin tadını kaçırırız bazen, ille de "acı" ararız yaşantımızda. Gözümüzde büyüttüğümüz bazı insanlar, nesneler anlaşılmaz biçimde giderek değer kaybedip küçülürler. Neden-nasıl soruşturmayız, araştırmak istemeyiz. Dilin söyleyemediğini "beden dili" ne güzel anlatır oysa...
"Timsah gözyaşları" tanınmadığı, bilinmediği için mi "gerçek gözyaşları" anlaşılmaz-fark edilmez bazen.

"Duyarlılık-duyarsızlık" doğuştan var olan bir özelliğimiz değil. Sonradan pek çok etkenle dünyaya-yaşadığımız ortama uyumlu veya uyumsuz olabiliyoruz. Zamanında duyu organlarına yeterince işlerlik kazandırılmamışsa, sonradan beyin ve yürek de yeterince yardımcı olamıyor. Yürek "nasır bağlayınca" göz görmek istemiyor, dil yaralayıcı olabiliyor... Ağız ne kadar çok açılırsa göz giderek küçüldüğü için "görüş alanı" daralıyor, sonuçta görmez oluyor.

İnsanın içindeki "fırtına" büyüdükçe fırtına öncesi sessizlik bazen patlamalarla sonuçlanabiliyor. Kasılmalar çoğaldıkça dokunma duyusu da azalıyor, umarsızlık-duyarsızlık-ilgisizlik artıyor. Tüketim toplumlarında "kalabalıklar içinde yalnız ve çaresiz insan" imajı nasıl da acımasız gelir duyarlı insana. 
"Kalp kör olduktan sonra gözün görmesinde yarar yoktur" deyişiyle ne güzel-ne doğru söylüyor Hz.Ali.

Bir zamanlar teknoloji böylesine gelişmeden, sanal dünya oluşmadan, hatta cep telefonları yaygınlaşmadan da biz "iletişim" kurabiliyorduk;
bazen beden diliyle, bazen bir kartla, bazen mektupla... Anlaşmak-iletişim kurmak için istemek ve hazır olmak yeterdi. Ancak belki de en önemlisi beyin ve yüreklerin "paylaşıma" açık olması, "duyarlı" olmasıydı... Neden günümüzde de olmasın...?

                                          19 Kasım. 2010



14 Oca 2016

DÜNYANIN HERHANGİ BİR YERİNDE İNSAN OLMAK...




Bazen düşünürüm; Ne zaman, nerede, kiminle olmak vardı kaderimizde?Hiç düşünmediğimiz bir anda, bir yerde,bir başkasının yerinde olmak. Onun yerine iyi ya da kötü hissetmek kendini, Onun yakınları ağlarken kendi yakınlarınızın "Kurtuldu" diyerek sevinç gözyaşları dökmesi...

Hayat tesadüflerle dolu. Her şey bıçak sırtı inceliğinde. Yaşama pamuk ipliğiyle bağlıyız. Ha koptu ha kopacak. İstanbul'daki son terör saldırısında bir genç kız "3 dakika önce oradaydım" diyerek şok geçirmiş bir halde hüngür hüngür ağlıyor. Aynı olayda  10 Alman Turist ülkelerinden kilometrelerce ötede bir başka ülkede hayatlarını kaybetmişlerdi. 

O insanların ilk kez geldiği, bilmediği, tanımadığı bir ülke. Belki yola çıkarken ani bir kararla vazgeçselerdi şimdi hayattaydılar. Kim bilebilir? Nerede, ne zaman, nasıl, kiminle... Hayat bir rastlantılar yumağı.

Dünyanın neresinde, ne zaman, kimin çocuğu olarak doğacağına karar verme şansı yok insanın. Doğuda, batıda, kuzeyde, güneyde... Yaşam nerede başlayacak, nasıl sürecek? Hayat fırtınalarla mı, sakin bir havayla mı geçecek? 

Okulları tatil edilip kendileri ve öğretmenleri zorunlu bir tatile giren çocuklar sizi de düşündürdü mü?
Okulları yakılıp bu yıl Eğitim-Öğretim dönemi başladığından beri kitap açamayan, okullarına gidemeyen çocuklar. Patlayan bombaların gölgesinde 
hayat nasıl devam edebilir, okullarda ziller nasıl çalar? 

Dünyanın herhangi bir yerinde, bir zamanda farklı olaylar yaşamak, iyi-kötü olaylara tanık olmak rastlantı mıdır, kader mi, alın yazısı mı... Herkes kendine göre adlandırabilir, farklı yorumlarda bulunabilir. Ama bütün bu olaylarda asıl zarar gören insan. İnsanın canı yanıyor.

Tüm olumsuzluklarda aileler kahroluyor. Öncelikle çocuklar, kadınlar, babalar acı çekiyorlar. Hayat altüst oluyor. Dünyanın herhangi bir yerinde canlar yanıyor ya da canlar gidiyor. Vicdanlı, merhametli, duyarlı herkesin canı acıyor.



11 Oca 2016

HAYAT AKARKEN DÜŞÜNCELER... (NOSTALJİK PAZARTESİ)



Hayat akarken zamanı başa almak mümkün olsaydı; Kimler nerelerde yavaşlamak veya duraklamak isterdi, kimler geriye dönüşü hiç istemezdi, kimler bambaşka bir yaşam hayal ederdi?

Çocukların yönettiği bir ülke olsaydı; gelecek nasıl planlanır, paylaşım nasıl sağlanırdı, kim haklı, kim haksız nasıl belirlenir, kimler hangi değerlerle dost ya da düşman sayılırdı ?

Yetişkinler zaman zaman çocukların dünyasına konuk olup ; onların içtenliğini, doğallığını, çıkarsız, yalansız sevgilerini, paylaşımlarını izleseler, daha sakin, daha anlayışlı, hoşgörülü ve duyarlı olurlar mıydı acaba?

Neden çocuklar hep büyümek isterken, bazı büyükler hep çocuk olmayı özler, ya da kimi yetişkin hiç büyümez, hep "çocuk gibi" davranır?

"Karınca bile ezemem" diyen insanlar, nasıl olur da "trafik canavarı" haline dönüşebilir, başka hangi ülkelerde bayramlarda, tatillerde "trafik kazası" istatistikleri tutulur?

Hayatın içinde pek çok olayda pişmanlıklar ve acılar paylaşılsa sorumluluklar da artar mıydı?

Dünü unutup yalnız bugünü yaşayan, gelecekten hiç söz etmeyen insan için mutluluk, nereye kadar sürer, mutsuzluk nerede başlar, sonuçtan kimler ne kadar payını alır? 

Akıl ve mantık terazisini kullanmadan, düşünce süzgecinden geçirmeden, her sunulanı veya her teklifi onaylayan kişi, sonuçta sorunlarla başa çıkabilir mi?

Yönetenlerle yönetilenler arasındaki mesafeyi kim belirler, kimler değiştirir, bu mesafe neden giderek açılır ya da erişilmez olur? 

Seçenler ve seçilenler "çıkarsız" düşünüp; düşüncelerini maskesiz, yalansız dile getirselerdi, neler değişirdi, nelere şaşırırdık?

Korku sonradan kazanıldığına göre, başlangıçta kimler, nasıl korku yaratır, kimler korkularını yenebilir ya da yenik düşer?

Kendinden başkasını hep küçümseyen, değer vermeyen insanların evinde dev büyüteçler, dev aynalar mı bulunur?

Para en tepedeki değer olursa; kimlerin, nasıl değişime uğradığını kim bilebilir, kimler yargılayabilir?

Tutkularına tutsak olan insanlarda; beyin ne kadar süre sağlıklı komut verebilir, göz ne kadar görmez, kulak ne kadar duymaz olur?

"Çok seslilik" neden bazen "çok konuşmak" olarak algılanır, dile hükmetmek çok mu zordur, kendisiyle bile barışık olmayan insanlarla barış nasıl sağlanabilir?

Umutlar ve hayaller hangi ölçülerle belirlenir, hangi hayatlara nasıl anlam katar?

En güç durumlarda bile, "yaşama sevinci" değil midir insanı hayata bağlayan, hayatın akışını sağlayan?

                                        15 AĞUSTOS 2010




8 Oca 2016

OYUN HAKKI... YAŞAMA HAKKI...





Oyun çocukların en doğal hakkı.Kendilerini ifade ettikleri, rahatladıkları bir alan. Bazen yetişkinler bile çocuklarının oyununa katılmak ister. "Çocuk gibi olmak" güzeldir. Ancak çocuklar güvenli bir ortamda olmak isterler. Çocuklara yeterince güvenli oyun alan ları açamadık. Güvenli parklar oluşturamadık. O yüzden her yer onlar için oyun alanı. 

Çocukların kendine güveninden söz ederiz.Kendine güvenen, ayakları sağlam yere basan çocuklar yetişsin isteriz. Ama toplumda güven öylesine sarsılmış, bir güvensizlik oluşmuştur ki kime, nasıl güveneceğimizi biz de bilemeyiz.

10 gün kadar önce İç Anadolu'da bir kentte 5 ve 8 yaşlarındaki 2 erkek kardeş oynamak için evlerinden 300 m. ilerideki çocuk parkına gidiyorlar. Oraya gittikleri, orada oynadıkları kameralarla da sabit. Ancak sonra nereye gittikleri belli değil. Kaçırıldılar mı, yakındaki dereye mi düştüler, başka bir olumsuzluk, bir kaza mı yaşadılar belli değil. 

Güven, güvensizlik, cesaret, korku, tedirginlik, açık
yüreklilik... Her şey karmakarışık. Değerler altüst...
Kim suçlu kim suçsuz? Çocuklar sokağa, oyuna çıkmamalı mıydı? Çocuklar sürekli denetim altında mı olmalıydı? Çocuklar oyun haklarını bile özgürce, rahat bir şekilde kullanamayacaklar mı? 

Diğer bir konu, günlerdir denizde dalgalarla boğuşan mülteci botlarını izliyoruz.Yasal olmayan bir şekilde umuda yolculuk yapıyorlar. Her gün en az 10 ölüm olayı. Çocukların da cansız bedenleri kıyıya vurmuş, içler acısı.Yolculuk için satılan botların çoğu yamalı imiş. Cankurtaran yelekleri öyle kalitesiz malzemeyle yapılmış ki su üstünde kalacağına suda hemen batıyormuş.Onların satışından çok para kazanan kişiler bu insanları bile bile ölüme yolluyorlar.Önce çocuklar ölüyor her zaman... "Kaza" diye kayıt düşülüyor adlarının karşısına.

Son zamanlarda öyle çok "zamansız ölüm" duyduk ki;
Bir ev yangınında anne ve 3 çocuğu, bir mahalle arasında seken bir kurşunla, bir trafik kazasında...
Ve daha niceleri... Olayların gerisinde ya ihmal, ya kasıt, ya yoksulluk var. Ama her zamanki gibi hepsinde "kaza sonucu" yazacak. Çaresiz bakacağız, üzüleceğiz, belki ağlayacağız...
Ölenlerin "yaşama hakkı"nı kim soracak? O kısacık yaşamların, yaşanmamış günlerin...

  

4 Oca 2016

YAŞLI ÇOCUKLAR...( NOSTALJİK PAZARTESİ )




Çocuklar, kuşlar, balıklar...
Önce onlar etkilendiler
Dünyanın değişiminden...
Oysa herkes kendi derdindeydi;
Babalar öfkeli, anneler çaresiz,
Çocuklar sevgisiz, çocuklar ilgisiz,
İnsanlar kaygılı, toplum duyarsız...
Dünya sonsuz bir hızla değişti;
Doğanın dengesi altüst oldu,
Baharlar azaldı, kışlar çoğaldı, 
Zamanı şaşırdı çiçekler, ağaçlar...
Yeterince anlaşılamadı kuşların gidişi bile,
Sonra kuş ölümleri başladı topluca.
Balıklar tükendi zamansız avlanınca,
Dereler kurudu, denizler bulandı,
Oysa insanlar hala didişiyordu...
Her şey hızla karardı zamanla;
Nefret, öfke, kin yayıldı her yana...
Doğa hepten kirlendi;
Anne sütüne bile kurşun karıştı,
Çocukluk geçti hiç bilinmeden,
Çocuklar yaşlandı büyüyemeden...
                                  12.01.2011
                        
                             Makbule Abalı


Not: "Pazartesi Nostaljisi" etkinliğini ben de severek sürdürüyorum. Bu kez 4 yıl önce yazdığım bir şiir denemesiyle katılıyorum. Şiirin yazıldığı zaman gene yeni bir yılın girişinden hemen sonra. Ama keşke o zamanki koşullar bugün değişmiş olsaydı.
Daha güzel, daha huzurlu, daha mutlu bir dünyayı nasıl da özlüyoruz...