Bu Blogda Ara

29 Şub 2016

SAKLI BAHÇE... (Nostaljik Pazartesi)



Eski bir bahçeye girdim dün gece;
Bakımsız, sararmış, tarumar, el değmemiş yıllardır...
Kah hüzünlendim, kah gülümsedim, duygulandım.
Her şey sararmış, yapraklar dağılmış,
ama anlamını yitirmemiş.
Neler barındırmış içinde, kimseler görmemiş...
Göçmen kuşlar gibi yuvaya döndüm,
eski günlüklerimi karıştırdım dün gece.
Eski bir dosta vefa borcu öder gibi, 
onu unuttuğumu sanmasın istedim...
Zaman tünelinde uzun bir yolculuk yaptım,
hız limitini aşmadan sindire sindire dolaştım.
"Kendimle yüz yüze" , "kimseyi dürtmeden",
"özel duvarıma" bir zamanlar yazdığım "paylaşımları"
yeniden gözden geçirdim...
Behçet Necatigil'in dizelerindeki gibi;
"çekingen, tutuk, saygılı"
gizli bahçemde açan çiçekleri derledim...

                                             2010

(2000'li yıllarda yazdığım, daha sonra blogda yer almış bir şiir denemesi. Bu kez nostaljik Pazartesi'ye konuk oldu.)



26 Şub 2016

İNSAN VE DOĞA...




Sesler giderek azaldı... Sessizliğin sesinde huzur buldu insanoğlu. Ta tepelerden gelen uğultu kesildi. Yeni bir yolculuk başladı düşlerde; ovalara, yeşile, huzura, sonsuzluğa. Zaman durdu- bir ömür gibi- Saatler dakikalara, dakikalar saniyelere dönüştü. Tükendi belki her şey, eridi gitti. Saatler çalışmadı bir süre. Takvim yaprakları koparıldıkça mevsimler, aylar, günler geçti ardı ardına...

Gün geldi, yağmur yıkadı her şeyi... Arındı dünya kirlerinden. Su yardım etti değişime... Akıp gitti bütün kirler. Güneş doğdu yeni bir günle. Aydınlattı, ışıttı her yeri. El ele- göz göze geldi insanoğlu. 
Güneş gülümsedi sanki. Kuş sesleri sardı her yanı. Şiddet, öfke, kin geride kaldı. Sağduyu, içtenlik, doğallık, hoşgörü, anlayış öne geçti. 

İnsan utandı; insana, doğaya yaptıklarından. Onca zaman sonra kötülük iyiliğe, savaş barışa yenik düştü...


22 Şub 2016

HAYAL YA DA GERÇEK...(Nostaljik Pazartesi)




Hayat sürprizlerle dolu.Hiç ummadığınız, beklemediğiniz anda yığınla olumsuzluk kaplıyor hayatınızı. Ya da tam tersine öyle güzelliklerle karşılaşıyorsunuz ki "keşke hep böyle devam etse" diyorsunuz. Dikenler arasında narin çiçekler açmış gibi...

Bazen bir adaletsizlik içimizi karartıyor, başımızı ağrıtıyor. bir haksızlık düşündürüyor, isyan ettiriyor. "Masallardaki gibi, bir peri değneği olsa elimde" diyorsunuz. Hayal bu ya; Düzeltilmesi gereken şeyleri değiştirebilsek el çabukluğuyla... Dünya aydınlansa; Bir rüyadan uyanmışcasına... Yeni bir dünya kurulmuşcasına...

Şiddetten arınsak, karmaşık seslerden, gürültüden uzaklaşsak. Yüzlerdeki keskin çizgileri yumuşatsak. Kaba güç, akla, mantığa yenik düşse. Yalan, gerçeğin yerini almasa. Onur, namus, haysiyet hak ettiği yeri bulsa. Dürüstlük prim yapsa, iyi niyet, hoşgörü hızla yayılsa...

Çocuklar çocukluğunu, gençler gençliklerini yaşayabilseler. İnsanın insana eziyeti olmasa, insan gibi davransak birbirimize. Birimizin acısı, hepimizi incitse. Hayat güzel bir sürpriz yapsa hepimize; Eski bir şarkının sözlerindeki gibi; "Hayat bayram olsa..."

(Eski yıllarda yazdığım bir yazı.)

"Nostaljik Pazartesi" uygulamasını başlatan "Carpe Diem" bloğundan Ayşe Arkadaşımızı sevgiyle anarak... 


15 Şub 2016

DUYGULAR DİLE GELSE... (NOSTALJİK PAZARTESİ )



MUTLULUK

Mutluluk teraziniz var mıdır ?
Kim neye göre mutlu,
Ya da ne kadar mutsuz...
Kim bilebilir görünmez fırtınayı,
Kim ne kadar hazırdır;
Yağmura, doluya, kara.
Sığınaklarınız ne kadar korunaklıdır,
Kimler ıslanır, kimler kuru kalır...


YABANCILAŞMA

Ben, Sen, O kaldı geriye;
Bencilleştik...
Oysa bir de eskiden,
Biz, Siz, Onlar vardı:
Unuttuk;
Birbirimize iyice yabancı olduk...


TUZ BUZ OLMAK

Tuz buz oldu kristaller,
Fil züccaciye dükkanına girince...
Buldular tüm yapıştırıcıları;
Kırılmış, incinmişti, olmadı,
Toparlanamadı parçacıklar bir daha...

YAŞAM

Saçlarımızda aklar, yüzümüzde kırışıklar,
Varsın çoğalsın...
Ama ne olur;
Beynimiz, yüreğimiz yıpranmasın,
Duygularımız körelmesin...

                               2011



12 Şub 2016

YENİ BİR ÖĞRETMEN OLMAK...



Beklemek zordur. Yıllardır bir beklentiniz varsa, bir hedef belirlediyseniz , okul bitmiş, başvurunuzu yapmışsınız, ama henüz bir sonuç alamamışsanız, artık bir an önce bekleyiş bitsin istersiniz. Otuz bin öğretmen adayının adı-soyadı ekranlarda açıklandığında pek çoğu çığlık çığlığa idi. Ağlayanlar, sevinçten bağıranlar, sarılanlar...

En fazla atama Sınıf Öğretmenliği alanında 3292 kişi, İngilizce Öğretmenliği 3124 kişi, Din Kültürü 2818 kişi, İlköğretim Matematik Öğretmenliği 2014 kişi, Okul Öncesi Öğretmenliği 1830 kişi, Rehberlik 1620 kişi, Fen Bilgisi Öğretmenliği 1406 kişi, Bilişim Teknolojileri 1208 kişi, Matematik 1056 kişi, Tarih 738 kişi...

 Eski "çalıkuşları" yok artık ama, gene de çalışmaya çok istekli öğretmen adayları var. Atanmayı öyle uzun süre beklemişler ki bir an önce görev yerlerine gitmeyi arzuluyorlar. Onları dört gözle bekleyen, ders yapmaya hasret öğrenciler var. İstekliler, hırslılar.
Yeter ki ortam da öğrenmeye uygun olsun, binalar, sınıflar öğrenmeye hazır olsun. 

Çocuklar da sabırsızlıkla, merakla, umutla bekliyorlar. Büyük ihtimalle herkes kendini hazırlamıştır; Bir öğretmen gelecek, erkek veya kadın ne fark eder, iyi olsun da... Yeter ki iyi davransın çocuklara... Dersi güzel anlatsın, öğretsin, bilgilendirsin... Dersi, okulu sevdirsin...


Nazım Hikmet, dizeleriyle ne güzel seslenir;

DÜNYAYI VERELİM ÇOCUKLARA

Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
Allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
Oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
Dünyayı çocuklara verelim
Kocaman bir elma gibi verelim
Sıcacık bir ekmek somunu gibi
Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
Çocuklar dünyayı alacak elimizden
Ölümsüz ağaçlar dikecekler.

                                  Nazım HİKMET

8 Şub 2016

BİR BLOG ÖYKÜSÜ 1-2-3 (PAZARTESİ NOSTALJİSİ )



Bir zamanlar bizim bilgisayarlarımız yoktu ama okunacak çokça kitaplarımız, yazılacak özel günlüklerimiz vardı. Günlükler kimseyle paylaşılmazdı, kişiye özeldi. 
Birileri bizi gözetlemezdi, dinleme cihazları, gizli kameralar yoktu, ya da biz öyle bilirdik.
Birbirimize inanır, güvenirdik, kızar eleştirirdik de.
Şairin dediği gibi "Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" yaşardık. 
İçtendik ama yüzgöz olmazdık. 
Sınıf başkanı yaramazları tahtaya yazar ama öğretmen gelmeden silerdi, bağışlayıcı idik.
İsimsiz dilekçeler işleme konmazdı.
Öğretmen içimizden birini azarlasa, dövse hepimizin canı yanardı.
Onurlu idik, utanınca kızarırdık.
Bakışlarla beğenir, şiirlerle konuşurduk, 
Para değil, namus ve şeref önemliydi. İtibar baş tacıydı. 
Ama zaman o zaman değil,
Eskisek de, yaş alsak da çağın gerisinde kalmamak lazım.
Gençleri anlamak için yaşama ayak uydurmak lazım.
Bilgisayar hızına erişemesek de, adımlarımız yavaşlasa da beynimizi tazelemek gerek.
"Bilgisayarda dünya ne kadar yakın, insan ne kadar uzak" diye düşünürken; artık bir günlüğüm yok, ama benim de bir bloğum var...


Bir Blog Öyküsü (2)

Günlükten bloğa geçmek çok kolay olmadı tabii.
Günlük kişiye özgü, oysa blog...
Blog fikri düşündürüyor önce insanı;
Başlangıçta kendinizle bir iç hesaplaşma yaşıyorsunuz. 
Sınırlarımız, kişiye özel alanlarımız var; 
Kişiliğimiz, mantığımız ve duygularımızın elverdiği ölçüde bir şeyler paylaşılabilir ancak.
BLOG'da yazmak, bir zihinsel egzersiz olacak eminim.
Emek ve çaba harcayarak yeni bir ürün ortaya koymak gibi,
Kendimize yeni bir dünya yaratmak gibi,
Sınama-yanılma ile yeni kaynaklara ulaşmak gibi,
Kendi iç dünyamıza yeni bir yolculuk gibi...
Amatörce çalışmalar insana heyecan veriyor, yeni bir ruh kazandırıyor.
Mükemmeliyetçi değilim ancak yaptığı işi iyi yapmak isteyen biri olarak hata yapmaktan korkuyorum.
"Yanlış yapmaktan değil, yanlışı unutmaktan kork" dese de bilgeler, henüz ürküyorum...



Bir Blog Öyküsü (3)  "Kanat Çırpışlar"

Bir blogda yazma fikri, önce çok cazip geldi bana. Düşüncelerimi yazıyla ifade etmeyi seviyorum. Ama bilgisayarda yazmak bambaşka bir şey. Kendimi hala emekleme döneminde hissediyorum. 
Bir blog oluştururken; yeni bir ülkeye, yeni bir kente taşınmış da henüz gereken uyumu sağlayamamış birey gibiyim. Eşyalar orta yerde, odalar belirlenip yerleşim yapılacak, her şey bir düzene kavuşacak.

Hep düzenli olmaya alışmış ben, şimdi kendimi ne kadar dağınık ve düzensiz hissediyorum. Henüz kimselere haber veremedim. Konuklarını karşılamaya hazır olmayan ev sahibi gibiyim. Baharla birlikte kış uykusundan uyanmaya karar verdim. Bir sayfayı oluşturunca , okumayı söküp de "kurdele" takılmış çocuklar gibi seviniyorum. Henüz zaten kurdelem de takılmadı. Oysa bu durumun çocukları nasıl da rahatsız ettiğini bilenlerdenim.Ben kendimle yarışıyorum. Bu konuda öyle acemiyim ki, yazarken ekranda sık sık uzun külahıyla yardımcı robot beliriyor, sonra şapkasını alıp gidiyor.

Güvendiğim dostların üye oldukları blogları izleyerek deneyim kazanmaya çalışıyorum. İmreniyorum doğrusu... Yıllardır okumayı ve yazmayı bir tutku olarak benimsemiş, ama bilgisayara alışamamış biri için bu iş adeta yeniden yürümeyi öğrenmek gibi.
Kendimi çok yetersiz ve cahil hissediyorum.

Kağıt üzerinde kalemle yazarken düşünceler adeta zihnimde dans ederken, parmaklarım beynimin işleyiş hızına yetişemezken şimdi fikir karmaşasına düşmekten endişe ediyorum. Günbegün sürat kazansam da parmaklarım acıyor, gözlerim yanıyor. Sınama-yanılma yoluyla yeniden yazmayı öğreniyorum, çabalıyorum.
"Kuşlar kanat çırpmaya" devam etmeli...

                                                               19 Nisan 2010


.

5 Şub 2016

BİR KİTAP... İKİ İNSAN...





Ölüm haberini duyduğumuzda hepimiz çok üzüldük. Çevremiz de öyle. Oysa hiçbirimiz tanımıyorduk, sadece adını biliyorduk. Mustafa Koç'tan söz ediyorum. Yıllar önce Vehbi Koç'un yaşam öyküsünü okumuştum.Damadı İnan Kıraç kaleme almıştı. Vehbi Koç iş dünyasında adeta bir efsane idi. Dürüstlüğü, çalışkanlığı, titizliği, vatanseverliği dillere destandı.

Değerler kuşaktan kuşağa aktarılır. Bazı özellikler küçük değişimlerle çocuklarda, torunlarda devam eder. Vehbi Koç çocuklarını çok seviyor ama sevgisini göstermiyordu. Çocukları ve torunları "Vehbi Bey" diyerek hitap ediyorlardı. Torun Mustafa Koç ise iki kızını "meleklerim" diyerek seviyor, sevgisini her zaman dile getiriyordu.

Yakınları Mustafa Koç'un gülüşü için Mona Lisa gülüşü diyorlardı. Cenaze töreninde Koç Grubu çalışanlarının pankartı dikkat çekiciydi; "Mavi gözlü patron, seni hiç unutmayacağız." Öyle içten, sade bir seslenişti ki. Mustafa Koç'un ölümünde Koç Ailesi' ne baş sağlığı dilemek için kuyruklar oluştu. İlginçtir, başsağlığına gelenlere gazetedeki teşekkür yazısında  önce "Sayın Halkımıza" ifadesi yer alıyor, sonra altında tek tek Devlet Büyüklerine teşekkür ediliyordu. 


Mustafa Koç ve eşi Caroline Koç yıllardan beri sosyal sorumluluk projelerine yardımcı olmuşlar. Koç Eğitim Vakfı, aile Planlaması Vakfı yıllardır başarılı çalışmalarına devam ediyor.



Vehbi Koç'un damadı Can Kıraç'ın kaleme aldığı "Anılarla Patronum Vehbi Koç" adlı kitabı 1995 yılında yayınlandığı zaman okumuştum. Aradan 21 yıl geçmiş. Mustafa Koç'un ölümünden sonra kuşaklar arasında aktarılan değer yargılarını yeniden düşünürken kitabı tekrar karıştırmaya başladım. Önemsediğim yerlerin altını çizerek okumuştum.Güncelliğini hiç yitirmemiş.



Doktoruna göre;
 Vehbi Koç'un zihinsel yaşı beden yaşından 30 yıl daha gençti. Can Kıraç'ın deyişine göre Celal Sahir'in şu dizeleri Koç'un hayatını anlatmaktadır:
"Başımla gönlümü edemedim eş
Biri yüz yaşında, biri yirmi beş
Başım dedi dinlen gönlüm dedi koş
Başım dedi durul, gönlüm dedi coş!"
Vehbi Bey'in çocukları varlıklı aile çocuklarıyla evlenmemişlerdir.
Bu konuda kızlarına soru sorulduğunda Semahat Arsel "Babam hepimizin kararına saygılı davranmıştır. Vehbi Bey için şeref, itibar ve aile düzeni hep ön planda olmuştur. Babam kendi evlilik hayatında da parayı daima geri planda tutmuştur."demiştir.

Kendisi ile alay etmesini bilir Vehbi Bey. Kişiliğinde bir liderde bulunması gereken bütün nitelikler vardır. Gözlem, analiz ve sentez yeteneği insanı hayrete düşürecek kadar muntazam çalışır. Dikkati ve algılaması olağanüstüdür. Öğrenme azmi ve araştırmacılık merakı sınırsızdır. Vehbi Bey, her zaman hepimizden daha çok yeniliğe açık olmuştur.

Vehbi Koç'un oğlu Rahmi'nin üç çocuğu, yani torunları için belirlediği program sanıldığından çok daha gerçekçi ve sadedir:
"Mustafa, ömer ve ali tahsillerini tamamladılar. .. Çocuklar hangi şirketlerde vazife alırlarsa alsınlar, Rahmi Koç'un çocukları gibi değil, diğer çalışanlar gibi disipline büyük bir dikkatle uymalıdırlar. Rahmi Koç'un çocukları oldukları için , amirlerin onlara ayrı muamele yapmaları önlenmelidir. Çalışmaları hakkında vicdanlarına uyarak not vermeleri sağlanmalıdır. Aksi takdirde bu çocukların iyi yetişmelerine imkan yoktur. Kabiliyetli olanlar çalışırlar ve o nispette yükselirler."

Gelecek kuşakların bu insanlardan öğreneceği ne çok şey "hayat dersi" var. 





1 Şub 2016

KIYAMADIKLARIMIZ...( NOSTALJİK PAZARTESİ )



Belki şimdilerde de vardır; eskiden daha çok Anadolu'da , yeni alınan, değer verilen eşyalarla ilgili kökleşmiş bir adet vardı. Eşyaların zarar görmesinden, yıpranmasından ya da bir daha alınamayacağından korkulduğu için üstleri örtülür, adeta korumaya alınırdı. Güzelim nakışlı örtüler,rengarenk işlenmiş peçeteler, televizyonların,
buzdolabı ve fırınların üstünde, baş köşede yer alırlardı. 

Eşyaların yıpranmasından ya da bir daha alınamayacağından korkulduğu için; salon(misafir odası) sadece misafir geldiği zaman açılır, veya porselen yemek takımları, işli sofra örtüleri önemli konuklara saklanırdı. En güzel şeyler daima konuklara sunulurdu. Kızların çeyizindeki en önemli parçalar sandıklarda , çekmecelerde hiç el değmeden yıllara meydan okur, sadece üstlerindeki sandık lekeleri eskiliğin, yılların belgesi sayılırdı. 

Eşyanın eskimesinden korkar insan... Oysa giden yılların ardından kendi de eskimektedir. Aslında eşyaya kıyamazken ne çok şeye kıyar insanoğlu. Daha güzel yaşamak varken, kendini güzelliklerden mahrum eder; sevgiyi yozlaştırır, dostlukları köreltir, zamanı hor kullanır... Hayatı kolaylaştırmak, hayatı güzelleştirmek, insana değer vermek; yaşamın da bir akıl süzgecinden geçirilmesini zorunlu kılıyor. Ne yararlı, ne yararsız, ne kullanılabilir, ne kullanılamaz, ne değerli, ne değersiz...?

Bazen atılamayan, hep saklanan, biriktirilen eşyalardan koca bir yığın oluşur. Atılamayan, kıyılamayan, yeniden değerlendirme fırsatı bulunamayan, satılsa para etmeyen onca eşya...
Tıpkı eşyalar gibi yaşanmayan anlar, günler, yıllar yok mu yaşantımızda? Ya da yaşarken değeri bilinemeyen, eşyalar gibi koruma altına alınamayan ne çok zaman dilimi var hepimizin hayatında... 

Günümüzde insanlar da daha çabuk eskir ve yıpranır oldu.Demek ki eşyalar kadar koruyamıyorlar kendilerini. Yorgunluk, stres, çeşitli hastalıklar, kazalar yaşam kalitemizi düşürüp, yaşamı sekteye uğratıyor. 

Hızlı teknoloji çağında "hayatın yavaşlatılmasından"
söz ediyor artık uzmanlar."Yavaş şehirler" oluşuyor.(Seferihisar gibi.) Kendine zaman ayırabilen, hayatı daha sade yaşayabilen, hobilerle uğraşan insanlar daha sağlıklı ve uzun ömürlü oluyorlar. 

Yavaş ya da sakin şehirlerde nüfusun elli binden az olması, trafiğin azaltılması, gürültü kirliliğinin engellenmesi, organik ürün üretilmesi, el sanatlarının
korunması, kadınların üretime katkısının desteklenmesi, yerli ürünlerin kullanılması öngörülüyor.

Ne lüks, ne konfor; sakinlik, sadelik, yalınlık ve içtenlik içinde geçecek bir ömrü özlüyor insanoğlu.
Zamanla kentten köye, kasabaya, küçük yörelere kaçışın sırrı belki de bundandır. Yaşadığımız yuvaları,
alanları yaşanabilir hale getirebilsek, daha yavaş sesle konuşup, birbirimize daha saygılı davransak
daha insanca bir yaşam sürdürebiliriz belki.

Kullanmaya kıyamadığımız eşyalar özenle , sevgiyle , kullanıldığında yıllarca dayanıklı ve sağlam olarak kalabiliyorlar.Aynı toplum bugün insanına aynı özeni göstermiyor.Keşke insanlarımızı da uygun yaklaşımlarla hayata karşı "doğal" olarak sigortalasak... Eşyalarını bile korumaya alan, kullanmaya kıyamayan bir toplumun bireyleri neden artık daha farklı davranıyor; gazete haberlerinde birkaç aylıkken dövülen bebeler, bıçaklanan, vurulan eşler, analar, babalar, sokağa bırakılmış yaşlılar yer alıyor? Toplum giderek daha acımasız olup sevdiklerine mi kıyıyor? 




Yılların ötesinde, yazdığım eski bir yazı...