Bu Blogda Ara

24 Kas 2017

BİR ZAMANLAR BİZ DE ÖĞRENCİYDİK...



Belirlediğimiz günler gereği gibi kutlanıyor ya da anılıyor mu? Yoksa...? "Kullan-at" mantığıyla günlerin tüketilmesine karşıyım. Bir gün övgüler yağdırmak, törenler düzenlemek, ertesi gün tüm sorunlarla baş başa yalnızlığa terk etmek.

Fotoğraflarıma bakarken yıllar öncesinin ilkokul fotoğrafıma rastladım. Müdür yerine baş öğretmenli yıllardı o yıllar. Özel okullar henüz yoktu. Varsa da biz bilmezdik. Sınıfımızda yaşı epey büyük arkadaşlarımız da vardı.Okula gecikmeli başlamışlardı. Okulumuz bulunduğum kentin en iyi okullarından biriydi. Eve yakındı. Ama sınıflar arasında daha iyi-daha kötü ayrımı yoktu. 

Önlüklerimiz tek tipti. Zengin-fakir ayrımı hissedilmezdi. Yardım yapılacaksa, maddi durumu uygun olmayan arkadaşlarımıza kimse bilmeden yapılırdı. Gazeteciler çağrılıp da bu öğrenciler teşhir edilmezdi, kimse bilmezdi. Yerli Malı Haftası kutlar, ülkemizde üretilmiş şeyleri tüketirdik. 

Kitaplara açlık duyardık adeta. Okumak bir tutkuydu. Öğretmenimiz yaşça büyüktü belki ama çok iyi bir öğretmendi. İlk görüşte ağlamıştım, çocukluk işte...
Çok güzel şiir okurdu, şairdi.Celal Sahir Muter. Adı İnternet sayfalarında yok. Sunulan onca seçenek arasında adı yer almıyor. Ama ben unutmadım, unutamadım. Şimdi düşünüyorum;İnsana saygılıydı, hümanistti, demokrattı. Bunlar bir öğretmen için ne kadar önemli özellikler.

İnkar edemeyiz, okul bize ailelerimizin dışında çok şey verdi; Tasarrufu öğrendik. Kumbaralarımız vardı.Sınıfta Ev-İş dersinde kartondan kumbara yaptığımızı hatırlarım. Her hafta temiz tırnak kontrolü yapılırdı. Saçlarımızı ya iki örgü örer, ya da kulak memesi hizasında kestirirdik. Eğitim sistemi şekilciydi belki ama, güzel ve kalıcı şeyler de çoktu. Hep "iyi insan" olmak için çabaladık.

Kalemlerimiz çıt çıt kırılan kalemlerden değil, gerçek kalemlerdi. Çok açmamızı önermezdi öğretmenimiz. Hatta kalem açacağı pek çok kişide yoktu.Kalem küçülürse uzatmak için kalem başlıkları vardı. Ayrıca yazı derslerimiz vardı. Anlatmak istediklerimizi sembolize edecek, kısaltacak emojiler yoktu. Bilgisayarlar yoktu ki onlar olsun.Şimdilerde zamandan kazanalım derken insan elden gidiyor. Biz konuşurduk, yazardık, birbirimizi anlamaya çalışırdık. "En kısa" yoldan anlatmak değil, "anlamak" da önemliydi.

İşleyen eğitsel kollarımız vardı. Seçimlerimizi biz yapardık.Kitaplık kolundaydım. Sınıf kitaplığımız vardı. Kitaplar insanlar konusunda seçici olmayı ilk gençlikte, çocuklukta aileden ve okuldan öğrendik. Herkesin özel yaşamına saygı duyardık.Hangi arkadaşımızın kökeni nereden, babası kim, ne iş yapar, bilmezdik. Sormak ayıp sayılırdı.Ama öğretmenimizin tuttuğu, gelişimlerimizin, psikolojik ve sosyal yapımızın kaydedildiği ruhsal dosyalarımız vardı.Sınıfta herkesin merak ettiği kilitli bir çekmecede dururdu.

23 Nisanlarda renkli krapon kağıdından elbiseler hazırlanırdı. Kağıt olunca yağmurlu bayramlarda çok kötü olurduk. Ama çocukluk, o bile güzeldi.Eriyen kağıtlar bile coşkumuzu bozamazdı.
İyi ahlaklı olmak önemli idi.Din dersinde (Adı öyleydi o zaman) iyi insan olmak özellikleriyle vurgulanırdı.
Merhametliydik, paylaşımcı, vefalıydık. Ama onurluyduk, kişiliğimizden ödün vermezdik.Anılarımda yer etmiş çok örnek hatırlıyorum.

Öğrencileri arasında ayrım yapmayan, sevgi dolu, çağdaş,  görev bilinci içinde, sorumluluğunu bilerek çalışan tüm öğretmenlerimize selam olsun.Tüm günleri aydınlık, huzurlu olsun.

(Yukarıdaki fotoğrafta en önde oturan iki öğrenciden soldaki benim.)







15 Kas 2017

YARIM KALAN BİR FOTOĞRAF... (ÖYKÜ )



Yaş aldıkça insanın değişimi beni hep kaygılandırır, düşündürür ve duygulandırır. Yaş almanın belli göstergeleri var. Yüzdeki kırışıklıklar yılların izlerini taşır çoğu zaman. O izler değil midir ki hayatın bir panoramasını düşündürür. Eller de yaşı gösteren en geçerli kanıt gibidir. Kahverengi lekeler, kırışıklıklar, bazen romatizmal hastalıklara bağlı kıvrılmalar.

Bazen hayat ne kadar acımasız diye düşünürüm. Cahit Sıtkı Tarancı 35 yaş şiirinde;
 "Zamanla nasıl değişiyor insan,
 Hangi resmime baksam ben değilim" diyordu. Gözler ruhun aynasıdır derler. Gerçekten de çocukluktan yetişkinliğe çok değişmeyen tek şey gözler değil midir? Sanırım iyimser ya da karamsar bakış açımıza göre yüz ifademiz değişiyor.

Cahit Sıtkı'nın değişimle ilgili o nefis şiirini içimden mırıldanıyorum; 
"Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
 Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
 Ya gözler altındaki mor halkalar?
 Neden böyle düşman görünürsünüz,
 Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?"


Çocuk ya da insan yüzüyle ilgili fotoğrafları o yüzden çok seviyorum. O yüzlerde insanın iç dünyasıyla ilgili ne çok izler var. Her yüz bir öykü yazıyor, kişinin iç dünyasını yansıtıyor sanki. Ama an'ı yakalamak ustalık istiyor. Gözlerin her hareketi ne çok şey anlatıyor; Konuşurken gözünüzün içine bakamayanlar, gözlerini sürekli kaçıranlar, duvarlarda gezdirenler... Eller de öyle değil midir? Bazen ellerini nereye koyacağını bilemez insan. Bazen eller ter içindedir. İnsanız... Hepsi doğal... Ve insana dair bir öykü anlatılsa söylenecek ne çok şey var. 

Dışarıda yazdan kalma bir gün vardı. Güneş ısıtmasa da ışınlarını yeryüzüne gönderiyordu. Deniz kenarına doğru yürüdüm. Sahil yolundaki inşaat devam ediyordu. Yürüyen az sayıda insan vardı. Yüzlerini incelediğinizde her yüzde farklı bir yaşam öyküsü gizli. Birden fotoğraf makinemi evde unuttuğumu hatırladım. Eski makinemin objektifi kırılınca aldığım bu yeni makinemle henüz anlaşamamış, uyum sağlayamamıştım.

Başımı kaldırdığımda birden onları gördüm. Bir ağaç altında, bir çiçeğin yanında eski bir bankta oturuyorlardı. 70 yaşlarında olmalılardı. Acemi ama çok istekli amatör bir fotoğrafsever olarak içimden gelen bir dürtüyle onlara doğru yöneldim. Önce yanlarındaki banka sonra izin isteyerek bankta yanlarına oturdum. Günlük konular çerçevesinde konuşuyorlardı. Bu arada onları göz ucuyla inceleme fırsatım oldu; Birbirlerine nasıl da uyumlulardı. Saçları muntazam kesilmiş, koyu mavi bir eşofman giymiş güzel bir kadın. 

İlerlemiş yaşının verdiği bir asalet, çok anlamlı izler vardı yüzünde. İri gözleri ve elleri önce dikkatimi çekiyor.  Çok şey yaşadığı buğulu ela gözlerinden belli. Denize bakarken gözler renk değiştiriyor, rengi yeşil oluyor. Kumral, hafif kırlaşmış boyasız saçlar, makyajsız bir yüz, kısa kesilmiş tırnaklar. Ellerini iç içe geçirerek oturuyor, arada sırada açıp kapatıyordu. Naif, kırılgan bir ruh halinin işaretiydi sanki bu duruş. 

"Acaba mesleği neydi" diye düşündüm. Elleriyle yaptığı çalışmalar var mıydı, bu ince uzun parmaklar bir zamanlar bir enstrüman mı çalmıştı yoksa ?
İnsan bir kere hayal kurmaya başlamasın hayaller peş peşe beynimize üşüşüyor. Eşi daha konuşkan ve girişkendi. Uzun bir yüz, kalın kaşların altında  gözler, üstünde onu daha genç gösteren spor bir kazak. Sakalı yoktu ama herhalde o gün traşsız haliydi. Gençliğinde çok yakışıklı olduğunu düşündüm.
Şairin Ümit Yaşar Oğuzcan'ın dizeleri geldi aklıma;

"Unuttum yüzünü kadının,
Adamın gözleri aklımda..."

Sanki yanlarında oturmak, yavaşlatılmış bir aşk ve yaşam filmini izlemek gibiydi. Hayatın ta içinden karelerdi bunlar. Akşam serinliği başlıyordu. Denizden esen rüzgar etkileyiciydi. Eşinin ürperdiğini hissedince adam hemen kolunu onun omuzuna attı. Üstündeki hırkayı çıkarıp onun omuzlarına sardı. "Daha yeni hastalıktan  kalktın. Tekrar bir hastalık çıkarmayalım" dedi. 

Mutluluk tablosu gibiydi görünümleri. Bir kez daha baktım, fotoğraflarını çekmek için dayanılmaz bir arzu duydum. Bu huzur görüntüsünü ölümsüzleştirmek, böyle insanların da varlığını kanıtlamak istedim. Tüm cesaretimi toplayıp sordum: "Sakıncası yoksa bir fotoğrafınızı çekebilir miyim? "

Önce şaşırdılar, neden der gibi birbirlerine baktılar. Sonra "Neden olmasın "dedi adam. Ve mırıldandı "Güz gülleri..." Ne diyeceğimi bilemedim, "Estağfurullah" dedim. Kadın ekledi; "Alınmayın, bizim şarkımızdır." Üçümüz de gülümsedik. Biraz sonra küçük çapta poz vermeye bile giriştiler. Kadın başını eşinin omuzuna dayadı, el ele tutuştular. Elleri kenetlendi adeta. Belki sevdaları fotoğraflar üzerinde de kalıcı olsun istiyorlardı. 

Uzun zamandır yakalamak istediğim pozu nihayet bulmuştum. Bir akşam üstü günün en güzel saatinde
açık havada, sahilde, çiçeklerin arasında... 
Mutluluğun resmi değil belki ama, sevginin, huzurun resmini yakalamıştım. Aslında bir konusu, bir öyküsü olan fotoğrafları seviyorum. Ama insanla ilgili her çalışma ustalık ve sabır istiyor.

Emektar fotoğraf makinem yanımda değildi. Olsa da kullanamazdım artık. Onarılamaz bir kırığı  vardı. Neyse cep telefonum imdadıma yetişti ve bu güzel görüntüye tanıklık etti. Ama sanırım içlerindeki o yaşama sevinci, gözlerindeki aşk ekrana sığmadı. Yarım kaldı çekimim...

Makbule ABALI







8 Kas 2017

HOŞGÖRÜ...



Son yıllarda "hoşgörü" sözcüğünü çok kullanır olduk. Ama ne yazık, davranışlarımıza doğru biçimde yansıtamıyoruz. Çabuk sinirlenen, alıngan,her an tartışmaya hatta kavgaya hazır ne çok birey var aramızda. Daha gürültülü, daha bencil, daha merhametsiz bir toplum haline dönüştük.Neden saygı ve sevginin, vefanın, dostluğun, insanlığın yerine başka kavramları yerleştirdik? Değerlerimiz altüst oldu.

Bu değişim toplumun tüm yaşamına yansıdı. Televizyonda hiçbir diziyi sonuna kadar izleyemiyorum. Başlayıp yarım bıraktıklarım var. Bazen "senaryo keşke şöyle yazılsaydı" dediklerim oldu. Bir zamanlar merakla, keyifle izlediğimiz yerli yapımlar vardı. Gençlere "rol model" olabilecek kişilikler canlandırılırdı. 

Kavga, çatışma sahnelerinde gerçekmiş gibi rahatsız oluyoruz. Bazen acaba diyorum toplum değiştikçe, şiddete yönelik eylemler çoğaldıkça filmler, diziler de mi onlara uyuyor? Hep "Halk öyle istiyor." denmiyor mu? Kabalık, bencillik, hilebazlık, yalancılık üst düzeyde.

Oysa bizim insanımız böyle değildi. Daha vefalı, daha insancıl, merhametli, hatırlı, güzel insanlardı. Sanki kin ve nefretle, yalanla kuşatılmış insanlar yetiştiriyoruz adeta. Nerede hata yaptık? Ekonomik sıkıntılar yuvaları yıkarken insanlar da bölündü. Çocuklar parçalanmış ailelerde çaresizlik içinde nerede duracaklarını bilemediler.

Eğitimde yanlışları düzeltmek isterken doğruları da kaybettik. Yıllar eksikleri gideremedi. Hatalarla, yanılgılarla savaştık, yenildik. Sanki şimdilerde normalle anormal yer değiştirdi. Yolda bulduğu parayı teslim eden kişi alkışlanıyor, ödüllendiriliyor. Haklı olarak" Ben bir şey yapmadım ki, doğrusu buydu" diyor.

TV.' de yarışma programlarının sayısı 2-3 taneyi geçmezken evlenme programları veya ülke çapında dedikodu programları sayılamayacak kadar çok. Sanata bakış açısı en hoşgörüsüz biçimde sürüyor. Öte yandan acımasızca insanlar, hayvanlar katlediliyor. 

Bir zamanlar masallar mutlu son'la biterken "hoşgörü" diye bir değerimiz de vardı. Karşılıklı kusurları hoş görmeyi bilirdik. Küçükleri, yaşlıları, tecrübesiz insanları, hastaları, zayıfları hoş görmek gerektiğine inanırdık. Çok farklı davranışta olanları mahcup etmek, utandırmak aklımıza gelirdi bazen. Utanmak insana özgüydü. Yüz kızarması diye bir davranış biçimi vardı.

Hoşgörülerimiz tavan yapsa; sevgi, saygı, anlayış, merhamet, vefa, insanlık da biraz kıpırdanıp yer değiştirir miydi acaba?




4 Kas 2017

SADAKAT



Sözcükler vardır, içeriğinde pek çok anlam yüklüdür. Bazen anlamını öğrenmek için sözlüğe bakarız. Ama anlamı öylesine zengindir ki yaşadıkça farklı  yönlerini keşfederiz. Sadakat ya da onur, güven, vefa sözcükleri de böyle değil midir?

Sadakat tüm canlılar için söz konusu olabilir. İnsandaki gibi çok kapsamlı olmasa da bazı duygulara hayvanlarda da rastlıyoruz. Sahibi öldükten sonra günlerce mezarı başından ayrılmayan köpek öykülerini duyarız. Kilometrelerce yol katedip evini, sahibini bulan kediler. Yaralandıktan sonra vurulacağını anlayan atların gözyaşı döktüğü söylenir. Evcil olmayan hayvanlarda bile şaşırtıcı bağlılık öyküleri vardır. Ormanda yaralı bulunup tedavi edilen ayı yavruları gibi.

İnsanın sadakatinde zaman önemli rol oynar. Anlayış, vefa, güven kavramları da sadakatle yakından ilgilidir. Ama sevgiyle sadakatle esareti kalın çizgilerle ayırmak gerekir. Sadakat düşünmeksizin  itaat değildir. Adeta gözü bağlı bağlanmak hiç değildir. Belki ülkemizde pek çok evlilik kısa zamanda bu anlayışlar yüzünden sonlanmaktadır. "O ne derse o olur" mantığı bir süre sonra çatışmayı getirmektedir. Çocukluğunda anne babanın aşırı disiplini, korkusuyla büyüyen çocuk, ergen olduğunda evlilikten çekinmekte ya da eşinden çekinerek korkuyla dediklerine uymaktadır.

Sadakat karşılıklı olur. İnsan eşine, dostuna, arkadaşına, komşusuna, beslediği canlılara sadakatle bağlanabilir. Bu duygunun içinde sevgi, anlayış, bağlılık, güven, vefa vardır. Onu kaybetmenin kendisine ne kadar acı vereceğinin bilincindedir. Oysa sevdiklerine ihanet eden insan sadakati yaşamamıştır ki. O bir başka dünyada bencilliğiyle oyalanmıştır belki de. 

Sadık olmayı, sadakat göstermeyi farklı algılayanlar olabilir. Sadakat körü körüne bir bağlılık değildir. Benimsediği insanın her yanlışını alkışlamak, her söylediğini onaylamak da değildir. 
Sadakat; bilinçli insanların bir can yoldaşı arayışı, karşılıklı vefa, güven, sevgi beklentisidir.
Bir düşünür-Campbell- şöyle diyor: "Arkada bıraktıklarımızın yüreklerinde yaşamak, ölmemektir."